Yazar: Maral Aktokmakyan - Çeviren: Maral Aktokmakyan, 05/12/2024 (son değişiklik: 05/12/2024).
Bu sayfa Hrant Dink Vakfı (İstanbul) işbirliğiyle hazırlanmıştır. Yardımlarından ötürü Narod Avcı, Rudi Sayat Pulatyan, Lara Taş, Zeynep Taşkın, Vahakn Keşişyan'a teşekkür ederiz.
Bu yazı Horata ailesinin anne tarafından iki ana kolu olan, Koçunyan ve Pideciyan ailelerinin hikâyelerini sunuyor. Bir hayatta kalma hikayesi üzerine aktarılacak bu aile tarihi, öncelikle Koçunyan ailesi üzerinden, özellikle de ailenin en dikkate değer şahsiyeti Sırpuhi Koçunyan temelinde anlatılacak. Koçunyan ailesi geçmişine parallel olarak, tarihsel öneme sahip iki noktanın daha üzerinde durulacağını belirtelim. İlki, ailenin ekonomik rolü (Koçunyanlar "Gürün Şalı" denilen kendi imalatları olan ürünü Avrupa'dan Hindistan'a kadar geniş bir yelpazede satıyorlardı), ikincisi ise hayatta kalma savaşı içinde bilhassa kadınların deneyimlediklerine örnek teşkil eden Sırpuhi Koçunyan’ın sıradışı yaşam öyküsü. Yazının bir sonraki bölümünde ise, ailenin bir diğer temel kolu olan Pideciyan ailesi tarihi, ailenin belki de en önemli simalarından Hagopos Pideciyan’ı mercek altına alarak, yaşadığı düzen içerisinde oynamış olduğu önemli roller ve katkıları üzerinden aktarılacak.
Bu makale, İstanbul Ermenisi Yıldız Horata ile Kasım 2021'den Ocak 2022'ye kadar çeşitli vesilelerle yapılan röportajlara dayanmaktadır.
Koçunyan Ailesi
Yedi kardeş olan Koçunyan ailesi ticaretle uğraşmaktaydı. Kendi ürettikleri “Gürün Şalı” adı verilen ve epey nam salmış ipek şalı Samsun’daki limandan Avrupa’ya, Hindistan’a ve Çin’e kadar büyük bir yelpazede ihraç etmekteydiler. Koçunyan ailesi Gürün’de hatrı sayılır ölçüde toprak ve mülke sahipti. Şehrin kültürel gelişimine de büyük katkı sağlamışlardı.
Koçunyan kardeşlerin en büyüğü (ismi bilinmiyor), Adana'da vukuu bulan ve “Pılışkha” de denilen kıyımda öldürülür.
Burada bir parantez açıp, kısaca, bu özel kelimenin anlamını ve yöre halkı tarafından kullanılışına değinmekte fayda var. Sözcük, Ermenice lehçe sözlüklerinde yer almasa da, ‘ufalanmış, yok edilmiş’ anlamına gelen “plşduk” veya “plştuk” sözcüğüne rastlanmakta. Yerel halkın dağarcığında ise bu sözcük katliam kavramından daha hafif, ama yıkıcı etkisi olan bir zulümü anlatmak için yer alıyor. Yıldız Horata’nın aktardığı üzere bizlere ulaşan bu sözcüğe dair şu karşılaştırma yapılabilir: “Pılışkha” kargaşadan daha güçlü ve ağır, ama katliam kadar şiddetli de olmayan yıkıcı bir olay. O halde meydana çıkan bu tür bir dilsel göstergenin altını çizerek, dilsel ve sözcüklere dayalı zenginlik ve hassasiyetlerin, siyasi, kültürel ya da fiziki atmosfer gibi çeşitli yerel faktörlere bağlı oluştuğunu söyleyerek bu parantezi kapatalım.
Koçunyan kardeşlerin en büyüğü ticari amaçla sık sık Adana’ya gider. Pılışkha’ya ait kesin bir tarih bulunmamasına rağmen, ölümüne neden olan olayın 1908 yılından önce gerçekleştiği varsayılmaktadır.
Kalabalık Koçunyan kardeşler, ağabeyleri Hovhannes’in öldürülmesinin ardından, geniş ailenin tek kız çocuğu olan, Hovhannesin’in kızı Sırpuhi’yle ilgilenmeyi unutmazlar. Kardeşler, ağabeylerinin anısını bu şekilde onurlandırmak isterler. Bu ilgi sayesinde Sırpuhi, zamanın verilen en iyi eğitimini alması için Merzifon’daki Amerikan Kolej’ine gönderilir. Küçük kız annesiyle birlikte Merzifon’da yaşar, yazlarını ise iki ay boyunca amcalarının yanında, Gürün’de geçirir. Sırpuhi öğrenimini başarıyla tamamlayınca, doğduğu yere temelli döner. Ancak aldığı eğitimin önemi burada son bulmaz. Sırpuhi, hayatı boyunca, aldığı eğitim ve güçlü karakteri sayesinde hayatın zorluklarına göğüs germeyi başaracak, ailesindeki insanların yanı sıra tanımadığı birçok Ermeniye de yardım elini uzatarak sayısız hayat kurtaracaktır.
Sırpuhi, Gürün’e döndükten sonra, hemşerisi Mikayel Nersesyan ile evlenir. Mikayel, kardeşleriyle birlikte ‘urupl ağı’ adı verilen tahıl ölçme kasesinin imalatıyla uğraşmaktadır. 1915’ten önce Mikayel ve kardeşleri ticaret amacıyla Gürün’den Şarkışla’ya (Sivas) seyahat ederler. Şarkışla, Gürün’ün yaklaşık 140 kilometre kuzeybatısında, Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bir yerleşim yeridir. Şarkışla’da yerel ticaretin uygunluğunu gören Mikayel ve kardeşleri bu şehre yerleşmeye karar verirler. Elbette bir süre sonra Sırpuhi de kocasının yanına giderek yerleşir. Ancak doğal olarak Gürün ile bağları devam eder. Oldukça sosyal bir kadın olan Sırpuhi, Şarkışla’dan Gürün’deki amcalarıyla her zaman iletişim halinde olur.
Ardından 1915’teki felaket yaşanır. Sırpuhi hemen hemen tüm ailesini kaybeder, Gürün’deki akrabalarından hiçbiri sağ kalmaz. Bu trajedi Şarkışla’da da kendini gösterir. Ailede sadece Sırpuhi, görümcesi, iki eltisi, büyük amcalardan birinin karısı (Anadolu’da ‘dip elti’ de denir) ve toplam 13 çocuk hayatta kalır. Sağ kalan bu grubun içinde en büyük, henüz yirmili yaşlarında olan cesur ve eğitimli Sırpuhi’dir ve her biriyle kendi ilgilenecektir.
Şarkışla’da iki Türk aile, beş genç kadın ve 13 çocuktan oluşan bu aileye yardım eder, onlara kol kanat gererler.
Soykırım döneminde, ailenin erkekleri yetkililerce toplatılarak Mahsutlu’nun ağılı denen yere götürülmüş hepsi de katledilmiştir. Ailenin kadınları Hakkı Efendinin Ziya adındaki bir Çerkeze kocaları hakkında sorular sormaya başlar. Çerkez adam kadınlara “Kocalarınızı merak mı ediyorsunuz? Neredeler biliyor musunuz? Mahsutlu’nun Ağılı’nda yayılıyorlar. Gelin istiyorsanız götüreyim sizi” der. Sırpuhi durumu anlar, kadınlara başkalarına soru sormamalarını ve kendilerine söylenilenlere kulak asmamaları konusunda onları defalarca uyarır. Ancak ailenin kadınları, Çerkezin söylediklerine dayanarak bahsedilen yere gitmeye ve kocalarının cesetlerini görmeye karar verirler. Sırpuhi’nin korkuları gerçek olur ve kadınlar ağıla gitmeye ısrar edince orada olmayacak birçok şeyle karşılaşırlar. Sırpuhi’nin eltileri ve görümcesi tecavüze uğrar. Eltilerinden birinin oğlu da kadınlarla birlikte gitmiş, canını zor kurtararak neredeyse bir ölü gibi Şarkışla’ya dönmüş, Sırpuhi zorlukla çocuğun hayatını kurtarmıştır. Hayatta kalan kadınlar da feci durumda Şarkışla’ya geri döner, Sırpuhi’nin ayaklarının dibine düşerler.
Bu zor yıllarda Srpuhi’nin görümcesi Hınazant (Able veya Able Eme de derlerdi) hayatının geri kalanında Türkçe konuşmayı reddeder. Çok nadiren evlerine gelen dostane Türklerle konuşur ama genel olarak evde bile başına sardığı yazma ile hiç bitmeyen bir başağrısını bahane gösterir, hiç kimseyle tek kelime konuşmaz. Bu da Hınazant’ın sohbetlerden ve her türlü sözden uzak durma isteğinin bir göstergesidir. Aile içinde de sürekli sarmalandığı yazma ile hatırlanır. Hınazant, katliam sırasında beş çocuğundan üçünü kaybettmiştir. Sadece iki oğlu kalan görümcesi hayatı boyunca Srpuhi’nin yanınbaşında kalır.
Tecavüze uğrayan eltilerden biri olan Arşaguhi’nin yaşadığı travma ise bu kadarla kalmaz… Hamile kalan Arşaguhi feryat figan ve gözyaşları içinde istemediği bir doğum yaptıktan sonra, yenidoğanı öldürmelerini ister… O dönem tecavüz sonucu doğan bebeğin yaşamına ‘leğen kapatma’ denilen korkunç bir karar uygulanarak son verilirdi. Sırpuhi’nin eltisi de doğumun dışında yaşadığı acı neticesinde, “leğen kapatın üstüne, nolur bana da göstermeyin” diyerek yalvarır. Ancak dediği gerçekleşmez ve çocuk yaşar… Daha sonra kardeşinin yanına, Beyrut’a göç edecek ve iki oğlunu da Lübnan’da trajik sonlarla kaybedecektir: Birini genç yaşta veremden, diğerini ise bir aile trajedisi sonucu…
Soykırımdan kurtulan 13 çocuk bir dönem tifoya yakalanır ve hastalık ağır seyreder. Beşi ölür, diğerleri hayatta kalır. Aynı hastalık sonucu Sırpuhi de iki çocuğunu kaybeder.
Burada bir başka parantez açarak, Sırpuhi ve ailenin geri kalanının Şarkışla’da hayatta kalmasını sağlayan özel koşullar üzerinde duracağız. Katliamın hemen ardından, iki Türk aile (Yedi belanın Fadime ablası ile kocası İbrahim efendi, kardeşi ve İhmalların Yusuf’un babası) koruması altına alarak Sırpuhi ve ailesine karşı koruyucu görevi üstlenmiştir. Bu iki aile Sırpuhi’yi koruması altına almaya ikna etmeye çalışır. Bunun için de onun bir Türkle evlenmesini şart koşar. Bu, Hıristiyan ve dul bir kadını, hele de ondan fazla çocuk ve kimsesiz, bir başına kalmış kadınla tek başına kalmış Sırpuhi’yi koruyup kollamanın bir yoludur. Sırpuhi hiç düşünmeden, böyle bir teklifi kabul etmektense ölmeyi tercih edeceğini söyler. Aileye dost bu Türkler uzun süre bu teklifi reddeden Sırpuhi’ye asla baskı yapmayacaklarına, sadece onu ve ailesini korumaları altına alacaklarına dair şeref sözü verirler. Böylece Şarkışla’da aynı çatı altında beş kadın ve çocukları birlikte yaşamaya başlar. İki Sünni Türk kardeş İbrahim efendi ve kardeşi sırayla onları korumaya başlarlar. İlginç bir bilgi de, bir başka İbrahim efendinin (Göker) Yıldız Horata’nın büyükbabasıyla birlikte Sivas’taki Aramyan okulunda sınıf arkadaşı olmasıdır. İleride belediye başkanı da olmuş İbrahim efendi (Göker), daha sonra da iki kez CHP’den milletvekili seçilmiştir. Siyasi nüfuzunu sık sık Ermenilerin yararına kullanmış, siyasi istikrarsızlık dönemlerinde Ermenileri oluşabilecek olaylar hakkında haberdar ederek bir tür korumaya devam etmiştir. Bu iki kardeş, Sırpuhilerin yaşadığı evin damında ellerinde silahlarla otururlar. Bu nöbet Sırpuhi ve ailesinin Şarkışla’dan ayrılacağı güne kadar sürmüştür. Hovhannes’in zamanında da benzer bir koruma görevini Müderris Hoca ve Seyfi Emmi (İbrahim’in amcasının oğlu) üstlenmişlerdi, zira aileye yakın kişilerdir. O kadar ki Hovhanneslerin evinde toplandıklarında aralarında Ermenice konuşurlar.
Sırpuhi ve ailesinin koruma altında olduğu bu zor yıllarda, uzun bir tereddütten sonra Sırpuhi nihayet görünürde Müslümanlığa geçerek İhmallar’ın Yusuf’un babasıyla ‘sözde’ evlenmeyi kabul eder. Sırpuhi, bu evliliği düzenleyen İbrahim Efendi ve diğer dost Türklere “kocasının” eve hiç girmeyeceğini şart koşar. Çevreye gerçek bir evlilik görüntüsü vermek için her sabah güneş doğmadan Yusuf’un babası gelip Sırpuhi’nin evinin eşiğinde durur, Sırpuhi de ona kahve yapar kapıda kocasıymış gibi duran adama ikram eder. Yusuf’un babası yüksek sesle “Ellerine sağlık” der, sonra işe gider. Bu tiyatro her sabah tekrarlanır. Ancak bir gün Yusuf’un babası şöyle der: “Her sabah gelip şu kapının önünde duruyorum, bari bir kez içeri gireydim.” Sırpuhi kararını değiştirmeksizin elini kapıya koyararak, o kapıdan yalnızca bir kişinin geçtiğini ve bir daha başkasının geçmeyeceğini hatırlatır. Aralarında bir daha asla benzer bir konuşma gerçekleşmez. Ama Yusuf’un babası ve İbrahim Efendi'nin koruması yıllarca aynı şekilde sürer gider.
Evin dışında kalan hayat, Türk aile dostlarının korumasıyla sağlanır. Evin içinde ise kendi ve ailesinin hayatta kalmasını Sırpuhi devralacaktır. Zekası, cesareti, eğitimi ve kurmuş olduğu sosyal ilişkiler sayesinde bunu başarır. İlk zamanlar Sırpuhi ailesi için yemek yaparken, daha sonraları rakı, şarap ve konyak hazırlamayı uğraş edinir. Elindeki çeşitli imbiklerle rakı ve konyak üretmeye, ayrıca şarap da yapmaya başlar. Bu içeceklerin bazılarının tarif ve hazırlık ayrıntıları Yıldız Hanım’a, yani üçüncü nesle kadar ulaşmıştır. Srpuhi, okul yıllarından beri yakın ilişkisini sürdürdüğü Amerikalı misyonerlere hazırladığı bu ürünleri satmaya başlar. Kısa sürede Sırpuhi bu maharetini süregelen bir işe dönüştürmekle kalmaz, aynı zamanda bu yöntemle para kazanmaya ve bunu ticari bir girişime dönüştürmeye de başlar. Yıldız Horata'ya göre büyük büyükannesi Sırpuhi (Koçunyan) Nersesyan, Cumhuriyet Türkiye'sinin ilk kadın iş insanı sayılabilir. Ürettiği içecekler sadece Sivas genelinde değil, çevre illerde da bilinir olmuştur. Hiçbir destek almadan yavaş yavaş Türkiye'nin on üç şehrine yayılan şubeler açar. Yıldız Horata’nın hatırladığı kadarıyla, İstanbul, Sivas, Şarkışla, Mersin, Adana, Iskenderun bu şehirlerden bazılarıdır.
Sırpuhi ayrıca “zahiri” yani tahıl (bezelye, fasulye gibi mahsuller) satmaya başlar. Hayvancılıkla, özellikle koyun ve daha az sayıda da inek yetiştiriciliği ile de uğraşır. İşlerini o kadar ilerletir ki Sırpuhi Türk ordusuna yiyecek sağlar hale gelir.
1920’lerde bütün bu uğraşlar zaten belli bir düzen içinde devam etmeye başlamıştır. Sırpuhi çocuklarının evinden, yanından ayrılmasını istemez ama bir yandan da gönlü, onların, özellikle de büyük oğlunun iyi bir eğitim almasından yanadır. Sırpuhi, iki oğluyla birlikte görümcesinin oğlu ve diğer iki amca çocuklarını da alarak Sivas’a götürür ve orada onları Aramyan yatılı okuluna kaydettirir. En büyük oğlu Boğos (Türkçe adı: Hidayet), cebirde iyi olmasına karşın okulu sevmez. Fakat küçük oğlu Hovhannes (Türkçe adı: Hacelin) iyi bir öğrencidir. Daha sonra Srpuhi’nin iki oğlu ve Toros adındaki kuzenleri hep birlikte Talas Koleji'nde öğrenimlerine devam ederler.
"Papaz" ve "aktivist" olarak Sırpuhi
Başarılı bir iş kadını olarak kazandığı şöhretin yanı sıra, Sırpuhi oynadığı iki önemli rolle de öne çıkar. Bir din adamı misali, kaçırılan Ermeni kadınların dinlerine ve ailelerine geri döndürmek için göstermiş olduğu girişim ve çabalar sayesinde onların serbest bırakılmasını kendine görev edinmiştir.
Öncelikle, Sırpuhi’nin kiliseyi ve dini temel alan ‘papaz’ rolünü inceleyelim. Daha önce belirtildiği gibi, Sırpuhi sözde ve göz boyama amaçlı yapılan bir evliliğe razı gelmişti. Bununla beraber, kendisi de dahil tüm aile fertleri hayatta kalabilmek için din değiştirmiş, her biri Türkçe isimler edinmiştir. Sırpuhi Zülfiye olmuş, ancak Türk yetkililer Sırpuhi'nin Sırpuhi olarak kalacağını çok iyi bilirler. Şarkışlalılar onu Ermeni olarak görmeye devam etmiş, halk ona “papaz” lakabını takmıştır. Soykırım’dan sonra, Şarkişla'da tek bir Ermeni kilisesi kalmadığından, tüm aile Şarkişla'dan ayrılacağı güne dek, Sırpuhi ve oğlu, ilahiler ve duaların okunmasından kilise ayinlerinin yerine getirilmesine kadar her dini görevi üstlenmişlerdir. Kilisede yapılması gereken her tören evlerinde yapılır ve bazen, bilhassa Surp Nışan kutlamalarının yapıldığı günlerde, Surp Nışan manastırının kalıntıları etrafında toplanırlardı.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Şarkışla ve çevresindeki köylerde yaşayan Ermeni kadınlara da yardım etmeye ve onlarla ilgilenmeye çalışır. Bu kadınlar Ermeni toplumundan ayrı, koparılmış bir şekilde yaşamaktadır. Tecavüze uğramış, veya içinde bırakıldığı yaşam koşulları altında ezilen kadınların Sırpuhi gibi bir yardıma ihtiyaçları vardır. Sırpuhi ne zaman bir kadına yardım etse, bunu son derece büyük bir özenle gerçekleştirir. Bu kadınlarla gizlice iletişime geçer, onlarla konuşur. Akrabalarını aradıklarından emin olunca da hemen işe koyulur. Şans yüzüne gülüp de kadının bir akrabasını bulunca İstanbul, Amerika ya da Avrupa'da bağlantılar kurar. Bu şekilde birçok Ermeni kadını İstanbul’a, İzmir'e, hatta bir keresinde de Mersin’e akrabalarının yanına gönderdiğini biliyoruz. Bu faaliyetlerinden ötürü İstiklal mahkemesinde Srpuhi tam üç kez yargılanacak ve serbest kalacaktır.
Türklerden çocukları olan kadınların karşısında ise ciddi sorunlar ortaya çıkmaktaydı. Sırpuhi’nin sayesinde kaçan bu kadınların bazıları çocuklarını kendi ailelerinin yanına götürmemiş ve arkalarında bırakmış, bazısı ise kendilerine sahip çıkacak olan akrabalarının bu çocuklarla ilgili ne yapacağını, bu çocukları kabul mu edeceği, yoksa reddedip "Türk sıpası" olarak addedeceklerini bilmek istemiştir.
Ermeni kadınlarına yönelik göstermiş olduğu bu eylemleri nedeniyle Sırpuhi’ye iki kez dava açılır. O ise her seferinde sadece rüşvet ödeyerek özgürlüğüne kavuşur. Kendisine Koçunyan ailesinden, Khaçer Dayı adındaki kuzenine emanet ettiği altın dolu koca bir teneke miras kalmıştır. Sırpuhi her yargılandığında kendisine kalan bu altınları kullanır. Ve üçüncü kez yargılandığında ölüm cezası alması çok muhtemeldir. Hakim ona bir soru sorar. “Bu, aynı hatayla üçüncü kez buraya gelişin. Söyleyecek bir şeyin var mı?” Sırpuhi kendinden emin bir şekilde cevap verir: “Sizin suç olarak gördüğünüz şey benim için değil. Yapmam gerekeni yaptım." Hakim, “şuna bak bir de konuşuyor” diyerek bu cesur tavır karşısında kızar ama Sırpuhi devam eder konuşmaya: “Yaptıklarımdan hiç de pişmanlığım yok. Ne yaptıysam bilerek, isteyerek yaptım. Asıyorsanız da asın.” Sonra bilinen Türk atasözünü söyleyerek noktayı koyar: “Adaletin kestiği parmak acımaz. Bir damla da kanım akmaz. Kır kalemi.”
Hakim, kararını açıklamadan bir gün önce, evde karısına bu olaydan ve Sırpuhi’nin meydan okumasından bahseder. Kadın Müslüman olmuş, gerçek adı Araks olan bir Ermenidir. Kadın, Sırpuhi’nin mutlaka serbest bırakılması ve onu evine getirmenin bir yolunu bulması konusunda kocasına ısrar eder. Kadın ısrarında o kadar diretir ki hakim kocasına “Seni çok seviyorum ama bu kadını serbest bırakamazsan senin yanında bir dakika bile kalmam” diyerek başka bir şans bırakmaz. Hakim, Sırpuhi’yi nasıl serbest bırakabileceğini düşünmekten sabaha kadar uyuyamaz. Ertesi gün Sırpuhi’yi görmeye hapishaneye gider. Hakim bey yavaşça Sırpuhi'nin rüşvet vermesi şartıyla ona yardım etmeye çalışacağını fısıldar. Sırpuhi’ninse artık üçüncü kez hapisten çıkacağına dair umudu kalmamıştır. Çoktan, çocuklarını ve eşini yanına çağırtımış, çocuklarına, evdeki kadınların sözlerini dinlemelerini öğütlemiş, onları son kez öpüp vedalaşmıştır bile. Hakim çaresizdir. Bu nevi şahsına münhasır kadına laf anlatamayacağına kanaat getirir. Sonunda şöyle der: “Evden, böyle talimat aldım. Dinle papaz! Yok mu üç beş altının? Önlerine atayım…” Bunu duyan Sırpuhi adamın kendine birşeyler anlatmaya çalıştığını farkeder. Zaman kaybetmeden Khaçer Dayıyı çağırır ve son kalan altınları da getirip hakime vermesini söyler.
Hakim bey büyük zorluklarla imkansızı imkanlı kılmayı başarır. Sırpuhi hapisten çıkar ve hakim onu doğrudan evine götürür. Eve girer girmez, Araksi Sırpuhi’yi kucaklar ve birbirini tanımayan bu iki kadın birbirine sarılmış halde ağlamaya başlarlar. Kadın, Sırpuhi’nin özgürlüğünü kutlamak için Ermeni usulü yemeklerle dolup taşan zengin bir sofra hazırlamıştır. Bir an hakim bey ve Sırpuhi masada yalnız kalınca, adam Sırpuhi’den karısının aklını çelmemesi ve evliliğini yıkmaması için yalvarır. Sırpuhi böyle birşey yapmayacağına dair söz verir kendisine. O gece orada kalır ve anca ertesi gün evine, ailesine geri döner. Sırpuhi’nin hakim bey ve Araksi ile yakın ilişkisi sürmüş, ancak daima halkın gözünden, dikkatinden uzak olmasına özen göstermiştir.
Gelinler dönemi
Sırpuhi Koçunyan Nersesyan sıradışı bir insan olmasının yanı sıra aynı zamanda oldukça istisna bir kayınvaldedir. Büyük oğlu Boğos'u Hacınlı Çamkerten ailesinden bir kız olan Arşaguhi ile evlendirir. Sırpuhi’nin kendine özgü tavrına bir örnek de, aynı çiftin evlendikten sonra, bir gün Boğos’un eve sarhoş gelmesiyle yaşanır. Karısı Arşaguhi sinirlenir ve ona ‘meyhur,’ yani sarhoş der. Karısının bu sözü üzerine Boğos da ona tokat atar. Sırpuhi olayı öğrendiğinde, çok üzülür ve oğlunun bu davranışını karşısında tepkisiz kalmak istemez. Ertesi gün oğlunun yanına gelir, önce doğal bir şekilde “şu belindeki kemeri bir çıkar bakiyim” der. Sonra da elinde kemer, oğlunu başlar övmeye: “Ne güzel erkek yetiştirmişim! Sen büyüdün he? Karın da oldu he? Bir de sen karına kızdın he?” Genç adam annesinin sözlerini duydukça gururdan koltukları kabarır. Sırpuhi devam eder sözlerine: “Demek sen büyüdün de karı döver oldun he?” Boğos annesinin bunca söylediğinden pek birşey çıkarmaz, ancak Sırpuhi’nin ses tonu da sözleri de değişir. “Ben sana eşek almadın dövesin diye. Ki eşek de dövülmez. Ben sana eş aldım ki gül gibi koklayasın. Ben sana öğreteyim ama. Dayak öyle atılmaz” der ve oğlunu “hangi elinle vurdun bana göster” diyerek demir kemer tokasıyla döver…
Daha sonra küçük oğlu Hovhannes de ünlü mimar Hagopos Pideciyan’ın kızı Hıranuş ile evlenecektir. Yeni gelin, ilk gelininin aksine Ermenice konuşan, okumayı-yazmayı seven bir kızdır, kitap tutkunu bir ailedendir. Sırpuhi’nin bu geliniyle çok yakın bir diyaloğu olur. Gelin kaynana birbirlerine alışılmadık bir sevgiyle bağlanırlar. Sırpuhi, özellikle yemeklerin hazırlanmasına ilişkin bilgilerini yeni geline öğretir. Sırpuhi'nin torunu Yıldız Horata, "Bu yakın ilişkileri sayesinde onun mutfak bilgisi bize, hatta bana kadar ulaştı" diye vurguluyor.
Sırpuhi’nin tek kızı Bergüzar’ın ise bahtsız bir hayatı olur. Çocukluğu boyunca annesi kızının üzerine titrer. Sırpuhi, kızının uzun saçlarına altın ve gümüş takılar takar ve onu tüm sevgi ve şevkatiyle büyütür. Bergüzar büyüdüğünde, Türklerin kızına zarar verme endişesiyle kızını hasbelkader Ermeni bir aileye (Kesenci) gelin verir. Demirci ustası olan Kesenci ailesinin oğluna eş olur.
Pideciyan Ailesi
Pınarbaşı'nda (eski adıyla Aziziye) bir Çerkez düğünü olacaktır. Sırpuhi ve ailesi konuklar arasındadır. Bölgedeki en önemli inşaat işlerinin mimarı Hagopos Kalfa Pideciyan da ailesiyle birlikte düğüne onur konuğu olarak davet edilmiştir. Sırpuhi ve Hagop Kalfa birbirlerini oldukça iyi tanımaktadırlar. Bu düğün sırasında Sırpuhi, Hagopos Kalfa’nın kızı Hıranuş'u görür ve en küçük oğlu Hovhannes için istemeye karar verir. Hıranuş ve Hovhannes'in düğünü üç kez gerçekleşir. Birincisi, Pideciyanların yaşadığı Kayseri şehrinde, ikincisi Sırpuhi Nersesyan ve ailesinin yaşadığı Şarkışla’da, üçüncü ve son kez de Çerkeslerle birlikte Pınarbaşı’nda, zira bu topluluk Hagop Kalfa ve Sırpuhi'ye çok şey borçludur. Çiftin beş çocuğu olacaktır: Sırpuhi (Yıldız Horata'nın annesi), Hagop, Arşaguhi, Yetvart ve Mari. İleride en büyük kızları Sırpuhi Kayseri’nin Muncusun köyünden Garabed Horasancıyan’la evlenecektir. Horasancıyanlar 1920’lerde soyadını değiştirmek ve Horata soyadını almak zorunda kalacaktı. Sırpuhi ve Garabed’in iki çocuğu olacaktır: Varujan ve bu yazının hazırlanmasında bizimle söyleşen Yıldız.
Mimarlık, Pideciyanların aile mesleğiydi. Hagopos Pideciyan'dan önce büyükbabası Hagop Pideciyan mimarlıkla uğraşmıştı. Torunu Hagopos büyüdüğünde babası onu eğitim görmesi için Mısır'ın İskenderiye şehrine göndermeye karar verir. O dönemde çok sayıda Ermeni Kayseri’den Mısır’a göç etmektedir. Mısır’da yaşadığı dönemde “Hagopos Kalfa” olarak çağrılmaya başlamıştır. Hagopos kışın Mısır’da okur, yazın Kayseri’ye döner ve babasının yanında çalışır.
Ailesi onu Tokatlıyan ailesinden Mari ile nişanlayıp evlendirmeye karar verdiğinde Hagopos 18 yaşındaydı. Tokatlıyan ailesi aslen Tokatlı olup daha sonra Kayseriye'ye göç etmişti. Ailenin bir kolu, büyük olasılıkla Mari’nin anne tarafı, Marancıyan ailesidir. Mari nişanlandığında ancak on beş-on altı yaşlarındadır. Hızlıca baş göz edilmesinin bir sebebi de ortama karşı duyulan korkudur, zira bu şekilde koruma ve kollama sağlanır. Bir başına güvensiz bir hayat sürmektense, bu hızlı evlilik birliği sayesinde Pideciyan ailesi bir bakıma onu evlat edinmiş, koruyup kollamak için bu yolu bulmuştur. Dolayısıyla bu evlilik önce göstermeliktir. Mari ilk yıllarda kayınvalidesinin yanında yatar. Zaten genç Hagopos Kalfa da işi sebebiyle uzun süre Mısır'da geçirir zamanını. Ancak bu göstermelik evlilik zaman içerisinde, Mari ve Hagopos arasında sevgiye dönüşür. Hagopos Mısır’dan her dönüşünde Mari’ye değerli ve zarif mücevherler getirir, ufak sürprizlerle onu sevindirir.
Pideciyan Soyadı ve Ailesi
Ailenin önceki soyadına dair bir bilgi mevcut değil. Ancak soyadı değişikliğinin nedeni ailenin bilgisi dahilindedir. Ailenin bir kolu Protestan olunca, diğer kolu o akrabalarla ilişkisini kesmek istemiş, bu nedenle yeni bir soyad olarak Pideciyan’ı almıştır. Bu soyadın, Hagopos’un babası oğlunun çalıştığı yere işçiler yesinler diye pide getirme alışkanlığından gelmiş olabileceği varsayılıyor.
Hagopos ve Mari Pideciyan soykırımdan sağ kurtulan Ermenilerdi. Hagopos ve babası inşaat çalışmaları nedeniyle devlet yetkilileriyle sağlam bağlar kurmuşlardı. Kurtulmuş olmalarındaki ana sebebin bu olduğu düşünülmektedir. I. Dünya Savaşı sırasında Hagopos bir devlet inşaatı projesini üstlenmişti. Devlet bu çalışması sırasında eşinin ve çocuğunun yanında kalmasına izin vermişti. Mari, yeni evlenmiş erkek kardeşini de yanlarında getirip onun hayatını kurtarmak için elinden gelen çabayı göstermiş, ancak bunu başarmak Hagopos için mümkün olmamıştı. Zaten ailenin geri kalan hiçbir ferti için birşey yapılamamıştı. Mari bu çaresizliğinden dolayı hayatının sonuna kadar kocasına karşı biraz dargın yaşamıştır.
Hagopos Pideciyan ailesinin diğer üyelerini kurtaramasa da, yaptığı iş nedeniyle başka birçok Ermeninin gerçek kurtarıcısı olur. Nitekim soykırım yıllarında inşaatında işçiye ihtiyaç vardır. Başlangıçta devlet Türk işçileri Hagop’a getirir. Ancak o, yetersizliklerini gerekçe göstererek devletten Ermeni zanaatkarları (marangoz, taşçı vb.) işe almasını ister. Devlet sürgündeki Ermeniler arasından işçi seçmesine razı gelir. Hagopos’un kurtardığı Ermeniler bir tarafa, daha fazla Ermeniyi işe alamayarak onları ölüme terkettiği için hayatının sonuna kadar vicdan azabı çekmiştir. Hagopos, seçtiği bu gençlerin ileride birer aile kurarak Ermeni milletinin ayakta kalmasını düşünerek, aralarından en sağlıklı ve güçlü olanları seçmeyi uygun bulur. Aslında seçtiği 17 genç adamın hiçbiri marangoz ya da taş ustası değildir. Onlar sadece sağlıklı genç Ermenilerdir. Hagop, her birine çalışma şekillerini öğretmiş olmasına rağmen, onların zanaatkar oldukları yönünde yetkililere yalan konuşur. Devlet yetkilileri zaman zaman bu gençlerin çalışma tarzlarından şüphe duysa da, Hagopos Kalfa, mesleklerin birçok branşı olduğunu belirterek her defasında onları savunmaya geçer. Başlangıçta, devlet sadece 10 zanaatkarın seçilmesini uygun bulur, fakat Hagopos Kalfa bu sayıyı 17’ye çıkarabilmek için elinden geleni yapar. Ateşkesin ardından bu 17 genç yurtdışına göç eder.
Ayrıca Hagopos Kalfa’nın dolaplarda Ermenileri sakladığı ve hayatlarını kurtardığı da söylentiler arasındadır. Fakat bu esnada hoş olmayan şeyler de yaşanmıştır. Muncusunlu bir Ermeni, Hagopos’a tek oğlunu kurtarması için yalvarır. Hagop ne kadar çabalasa da başarısız olur ve adam ona karşı kin beslemeye başlar, öyle ki Hagopos’un başına ardı ardına türlü belalar açar. Yetkililere Hagopos Kalfa’nın Amerikalılar için çalışan bir ajan olduğunu söyleyerek önce ona iftira atar. Polis kanıt bulmak için Kalfa’nın evinde arama yapar ama boşuna. Başka bir sefer aynı Ermeni, Hagopos’un Türk hükümetine karşı Amerika'nın çıkarları için çalıştığını ve zimmetine para geçirdiğini söyler. Polis evi tekrar arar ve yine hiçbir kanıt bulamaz. Ardı ardına gelen bu iftiralar sonucunda Hagopos Kalfa, mimarı olduğu, yeni inşa edilen Kayseri hapishanesine kapatılır. Kalfa, kendi kurduğu hapishanenin ilk “ziyaretçisi” olur. Bu arada, söz konusu hapishane, 1960’lı yılların başında Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Celal Bayar gibi Türk devletinin önde gelen isimleri siyasi nedenlerle suçlanıp tutuklanınca, Yassı Ada'daki hapishaneden önce nakledildikleri yerdi. Hagopos Kalfa, ağır işkenceye maruz kalır, el ve ayak parmaklarının tırnaklarını çekerek işkence edilir. Görevliler, “Sana İsa gibi acı çektireceğiz” diyerek elleri ve ayaklarından çivilerler. Ancak Hagopos’tan herhangi bir itiraf duymazlar.
Hagopos Kalfa bu hapishanenin yapımı ve inşasında isteksizce çalışmıştır. Bu yüzden, yani bu hapishaneyi inşa ettiği için yaşadığı vicdan azabı karşısında sık sık Tanrı’ya kendisine karşı merhamet etmesini dilediği söylenmektedir. Bir sonraki hapishane müdürü Hagopos’un hapsolduğunu duyunca zaman kaybetmeden mahkumun lehine devlet yetkililerine şikayette bulunur ve bu sayede kısa zamanda serbest bırakılmasını sağlar. Yine yeni müdürün girişimiyle bir doktor Hagopos Kalfa’nın hapishanedeki hücresini ziyaret eder. Müdür de bir an evvel kendisine işkence edenlerin kim olduklarını öğrenmek ister, ancak Hagopos yine hiçbir açıklama yapmaz.
Hagopos Kalfa’nın eserleri
Hagopos Kalfa inşaat ve mimari alanlarında oldukça verimli biri olmuştur. Maalesef eserlerinin çok azı günümüze ulaşmıştır. Kayseri’yi Sivas’a bağlayan demiryolu üzerindeki tüm köprülerin mimarı olduğunu bilmekteyiz. Bu köprülerden birinin altında da fotoğrafı mevcut. Berlin-Bağdat demiryolunun (Bağdatbahn) bir kısmının inşası Almanlara verilmiştir. Ancak Almanların, Kızılırmak üzerine bir köprü inşa etmede yaşadıkları birkaç başarısız girişiminden sonra, halk bu köprüyü olsa olsa Kalfa’nın yapabileceği yönünde konuşmaya başlar. Almanlar da çareyi Hagopos’a başvurmakta bulur. Hagopos tekliflerini kabul eder. Yalnız Almanlar şart koşar ve köprünün bitiminde, ilk tren geçtiği sırada altında durup bekleyecektir. Köprü altında Hagopos Kalfa’ya ait söz konusu resmin hikayesi işte budur. Resimde başarısının bir göstergesi olduğu anlaşılmakta; bacak bacak üstüne atmış Hagopos Kalfa kendinden emin ve biraz da gururlu. Gerçi Yıldız Horata’nın anlattığına göre, büyükbabası bu olay dışında, gururlu bir insan olmanın aksine, son derece mütevazı bir şahsiyet olduğunun altını çizmekte.
Söz konusu köprü günümüzde On Gözlü Köprü olarak bilinmektedir. Gömeç’ten Muncusun’a uzanan yolun üzerinde olan köprü bugüne dek hehangi bir değişikliğe tabii tutulmamış, aile tarafından bilinen tek köprüdür. Horata ailesi 2002 yılında çıktıkları seyahatte köprüyü de ziyaret etmiş, tıpkı sahip oldukları o meşhur fotoğraftaki gibi muhafaza edildiğini görmüşlerdi. Halen işlek bir köprü olarak kullanılmaktadır.
Hagopos Kalfa’nın diğer işleri arasında günümüze dek kullanılan Kayseri-Niğde-Aksaray yolu bulunmakta. Ayrıca Hunat Hatun Külliyesi, Gevher Nesibe Şifhanesi, Kurşunlu Cami yapılarını restore etmiştir. Bunların yanı sıra başka çok sayıda kilise ve cami restorasyonunu da yapmıştır. Bunlardan bazıları Kayseri’nin en eski kilisesi Surp Krikor Lusavoriç ve başlıca kilisesi olan Surp Asdvadzadzin kiliseleridir. Bu sonuncusunda Mari ve Hagopos çifti evlenmiş ve daha sonra Hagopos mütevelli heyetinde yer almıştır. Bugün ise Surp Asdvadzadzin kilisesi kütüphaneye dönüştürülmüştür. Zamanında restorasyonunu yaptığı bu kilisenin karşısında bulunan kültür kompleksi şehrin iyi bilinen bir lisesine dönüştürülmüştür. Hagopos Kalfa ayrıca kütüphanesi, matbaası, el yazmaları ve zenginlikleriyle ünlü Kayseri’deki Surp Garabed manastırına da sık sık restorasyon çalışması için gider, her seferinde ailesiyle manastırda kalarak işini icra ederdi.