Aziz Mesrop Dağı'nın yamaçlarında kurulu Palu şehri (Kaynak: Victor Pietschmann, Durch kurdische Berge und armenische Städte, Wien, 1940)

Palu - Tarım (Pamuk)

7 Temmuz 2022 (Son güncelleme: 7 Temmuz 2022)

'Tarım' alt başlığı altındaki bu sayfalarda, Palu'da pamuk tarımı ve pamuklu eski dokumacılık sanatından söz edilmektedir. Burada birbirini izleyen iki makale bulacaksınız.

Pamuk: tarımdan ipliğe

Bu kısım Muhterem Peder Harutyun Sarkisyan'ın (mahlası Alevor [ak sakallı]) kitabından alınmıştır. [1] Orijinal metne sadece pek az müdahale ettik. Metne dair yapılan her açıklama ve bütün eklemeler tarafımızdan italik olarak yazılmıştır. Bu metne ayrıca, okuyucunun Sarkisyan tarafından kullanılan birtakım mesleki ya da lehçeye dair kelimelerin bazı açıklamalarını bulabileceği bir sözlük iliştirdik.

Pamuk tarımı

Köylü çiftçi, tarlalarından birkaçını pamuk ekimi için ayırır ve bunları bir yıl önceden beş ya da altı kez sabanla sürer. Sürme işlemlerinin her biri bittikten sonra on gün ara verir. Bir sonraki yıl 7 Nisan'dan sonra, ekilecek uygun miktardaki pamuk tohumları evin zeminine serilir ve ince hayvan gübresi (kagor) ve su çözeltisi ile karıştırılarak tüm tohumlar biraz şişene kadar tohumların iyice emmesi sağlanır. Tohumlar bir ya da iki gün bu halde tutulduktan sonra torbalara doldurularak eşeklere yüklenir (Erm. tampel) ve ekmek üzere bir hafta önceden sulanmış olan tarlaya götürülür. İşinin ehli ekici, beyaz kare bir çarşafı eliyle iki ucundan tutarak bir torba oluşturur ve içini tohumla doldurur, tarlanın ilk bölümünde (tarlalar aşağı yukarı 4 metre genişliğinde şeritlere, bunlar da geçici bir süre kullanılmak üzere geçiş yollarına bölünür), yani ucunda durup sağ eliyle ekmeye başlar. Avucunu ölçü niyetine kullanır. O şeridi ekmeyi bitirdiğinde, tüm tarlayı ekene kadar aynı işlemi diğer şeritlerde tekrarlar. Bir ya da daha çok sayıda saban, ekiciyi takip ederek tarlanın ekilen kısımlarını sürer. ardından bir diğeri bir çift öküz ya da manda ile toprağı tapanlar (Erm. tsakhel). Tarlanın iyice düzleşmesi ve pamuğun dikine büyümesini engelleyebilecek tümseklere meydan verilmemesi için tapanlama işlemini birkaç kez tekrarlarlar [sayfa 43]. Ekim işi bununla tamamlanır.

Pamuk yavaş yavaş büyümeye başlar [...] Çiftçi, pamuk tarlasına önceden göz atmış ve ekine zararlı bitkilerin aynı zamanda filizlendiğini fark etmiştir. Onları bertaraf etme zamanının geldiğini düşünerek, adamlarına tarlaya gitmeleri ve bu zararlı bitkileri ortadan kaldırmaları (Erm. Kakhank [çapalama]) gerektiğini söyler […].

[…] "Kakhank" kesere benzer bir külbe [çapa] ile yapılır ama bunun ağzı daha dar ve eğri, sapı da keserin sapından biraz daha incedir. Bu aletleri önceden demirciye yaptırırlar. Çapaların sapları takıldıktan sonra, bütün kızlar ve evli genç kadınlar her biri kendi aletini seçebilsin diye çağrılır ve bir aleti diğerlerinden ayırt etmek, 'bu benim, bu senin' tartışmalarının önüne geçmek için sapın üzerine bir işaret kor.

Ev halkının en yaşlısının komutuyla sabah erkenden, şafaktan önce herkes, özellikle de “çapalamaya” gidecek olan kızlar ve gelinler yataktan kalkar [sayfa 44]. […] Her bir grup kendi pamuk tarlasına vardığında, topluluğun yine en yaşlısı ve tecrübelisi, zararlı bitkilerin ayıklanacağı tarlaya gelir gelmez, günlük yemeklerini bir köşeye koyup, işe başlamadan önce bir 'Hayr Mer [Göklerdeki Babamız]' okuyarak dua eder. Ardından, çalışma arkadaşlarını tarlanın çapalanacak ilk bölümü önünde sıraya dizer ve hep birlikte bir yandan tatlı bir şarkı ya da oyun havası söyleyerek çapalarlar. Hepsi başı önde iki büklüm eğilerek çalışır. bütün tarladaki zararlıların tekmilini ayıklamayı tamamlayana kadar çalışmaya devam ederler. Pamuk bitkilerinin yeterince güçlendiğinden ve zararlı bitkilere kendi başlarına karşı koyabileceğinden emin olana kadar bu işe devam ederler. Her kakhanktan sonra on günlük aralar vererek işlemi beş ya da altı kez tekrarlar, tarlaları bir o kadar kez sularlar. Sulama her çapalamadan on gün sonra yapılır ve bir ya da iki günün ardından tarla kurumaya başladığında aynı tarla, söylediğim gibi, ta ki artık gerekli olmayana kadar, yeniden çapalanır.

Temmuz ayında, pamuk ağaççıkları, sapları üzerinde dalları olmadan büyür. Köylü çiftçi bu sapların dallanmasının da yolunu bulur. Yine gelinler ve genç kızlar ay içinde haftada bir kez pamuk tarlasına gider ve tüm pamuk saplarının uçlarını biraz keserler. Bu işleme "pamuk budamak (Erm. pambag grdel)" derler. Bunu birkaç kez tekrarlarlar. Gerçekten de böylece pamuk daha çok büyür, daha çok dal salar ve mahsul daha bereketli olur. Budama işlemi yapılmazsa mahsul az olur. O tarihten ağustos ayının sonuna kadar tarlayı kendi haline bırakırlar. Bu arada pamuk sarı renkte çiçeklenir, daha sonra güneşin sıcak ışınları altında açıp tüm tarlayı beyaz kozalarıyla süsleyen, köylü çiftçiyi çokça sevindiren yeşil ve yuvarlak cevizlere dönüşür [p. 45].

Ekim ortasında ya da Kasım başında, pamuk tarlalarının başlı başına bir ritüel olan ondalık [öşür] işlemi gerçekleştirilir. Köylü ancak bu işlemin tam olarak tamamlanmasından sonra pamuk toplamaya hak kazanabilir. Bu vesileyle, köy sakinlerinin büyük çoğunluğu tarlalarda toplanır; pamuk hasadının haberi çevredeki Kürt köylerine ulaşır. Papaz Harutyun Sarkisyan bu genel manzarayı bakın nasıl tasvir ediyor:

Toplanan pamuk kozalarını üzerlerine yüklü dopdolu çuval ve sepetlerle eve taşıyacak olan semerlenmiş eşekler, öküz koşulu arabalar… Nar, elma, ceviz, armut, kuru üzüm ve pestili pamukla takas eden, komşu ve uzak yörelerden Kürtler… Pamuk dilencileri keza orada.

[…] Pamuğun hasadı iki ila üç hafta sürer. Pamuk bitkisini gür ve sürekli büyüme halinde muhafaza eden, kozaların geç açıldığı, daha güçlü pamuk tarlaları var. Kozalar açılmaya başlayana kadar, güneşin yakıcılığı gücünü kısmen kaybeder ve ceviz iriliğindeki pamuk kozalarının dörtte biri açılmamış halde kalır. Bunlar fidanlarının üzerinde asılı kalırlar [sayfa 46]. Bu yüzden, cevizler çatlayıp açılarak kozalara dönüşene kadar bir iki hafta daha beklemek gerekir. Ola ki bu yöntem de açılmalarına imkân vermezse bütün pamuk cevizleriniöyle yeşil halde toplar, özellikle henüz soğuk bastırmadan eve taşır ve daha önce eve taşınmış olan kozaların yerinden farklı bir yere doldururlar. Bunların bir kısmını her gün çatıya götürüp güneşin altında duvarların önüne sererler. Ayrıca ekmek pişirildiği zaman, açılmamış o koza cevizlerini sıcak tandırın üzerine de doldururlar; cevizler tandır ve güneşin sıcaklığıyla gitgide ısınır ve beyaz pamuk kendisini saran kabuktan dışarı çıkar. Ancak bu sona kalmış ve dolayısıyla yapay yöntemlerle açılan kozanın pamuğu, tarlada açılan pamuktan doğal olarak çok bariz bir farkla daha az değerlidir, öyle ki ne öncekinin beyazlığına ne de onun ipliğinin uzunluğuna sahiptir. 

Çalhavu ya da pamuk temizleme aleti

İlk hasat edilen ve eve taşınan birinci dereceden kozalar (khozag) kurudur ve bu nedenle onları güneşe tutmaya gerek görülmez. Sadece temizlenmeleri gerekir. Bunun için de söğüt gibi pek ince ve esnek dallarla dokunmuş, bir metreden biraz daha fazla uzunlukta, fıçıya benzer ama iki ucu biraz dar bir yayığı andıran bir alet icat etmişler. Bu iki ince ve daracık ucun ortasına, onu çeviren çubuğun içlerinden geçmesi için, örerken delikler bırakılmış. Bu çubuğun, üzerine baskı yapan ağırlığa dayanabilmesi için hiç değilse bir kol kalınlığında olması gerekir. Bu tıraşlanmış ve dümdüz çubuğu, sepetten yapılma aletin deliklerinden geçirerek birbirine bir güzel kenetler ve daha sonra bu iş için özel olarak hazırlanmış, birbirine yakın iki direğe çakılmış ahşap payandalar üzerine yerleştirirler. Bu aletin adı çalhavudur. Temizlenecek kozaları içine doldurup, elle ne çok hızlı ne çok yavaş, ölçülü bir süratle döndürürler. Her seferinde temizlenecek koza miktarı ya da ağırlığı yaklaşık on beş okkadır [19,2 kg]. Pamuk fidelerinin kozanın üzerinde bulunan ya da ona sarılmış kuru yapraklarının ufak tefek kısımları, kurumuş toprağın yapışan tozları, çeşitli maddelerin kir ve pisliği çalhavudan dışarı dökülsün diye, kozalarla doldurulan bu aleti ölçülü bir süratle yarım saatten fazla döndürürler. İşte [sayfa 47], tüm pamuk kozaları bu yöntemle temizlenir. Temizlenenleri kuru ve sivri kabuklarından günü gününe ayırmaya başlamaları bu işlemden sonradır. Çok pamuğu olan evler, akşamları komşularını ve tanıdıklarını “koza çekmeye” yanlarına davet ederler. Adana ya da başka yerlerde olduğu gibi bu işi parayla yaptırmazlar. Köylülerin birbirlerine para karşılığı yardım etmeleri adetten değildir.

Çırçır ya da pamuğu çekirdeğinden ayırmaya yarayan alet

[…] Pamuğu kabuklarından ayırır ve evin bir köşesinde toplarlar; çekirdeklerinden de ayırmak gerekir. Köylünün, Avrupa ve Amerika'daki [s. 48] çiftçilerin sahip oldukları gibi, pamuğu çekirdeklerinden ayırmak için modern ilmî sistemlerle icat edilmiş makineleri yoktur. Ermeni köylünün bu iş için elinde bulunan, kadim asırlardan kalma, “çırçır” tabir edilen çok basit bir alettir. […] Ceviz ya da meşe ağacından yapılma kaide, iki ayak, loğ [silindir], kol ve iğ olmak üzere beş parçadan oluşur. Kaidenin uzunluğu 50, genişliği 30, yüksekliği ise 10 santimetredir. Ayaklar 40 santim uzunluğunda, 10 santim genişliğinde ve 5 santim kalınlığındadır. Marangoz, ayakları içlerinden geçirip sabitlemek için kaidenin iki ucundan, 5-6 santim içerden kalemle delikler açar. Daha sonra, ayakların da iki ucundan 5-6 santim aşağı, kenarlardan birkaç santim içerden içten dışa kalemle oyarak geçme yerleri açar. Kaidede açılan oyuklara geçirilip sabitlenecek olan ayaklarda açılan geçme yerlerine, çırçırın gövdesini oluşturmak üzere, raspalanıp düzlenmiş tahtalar üst üste dizilir. Üst üste dizilen bu tahtalar, ayakların üst kısımlarından hemen hemen 10 santim aşağıdadır. Bu on santimlik boş açıklık, o dizili tahtaların üzerine iyice oturacak olan loğ [silindir] içindir. Marangozun bir makaraya uyarlayarak yaptığı ve hamur oklavası şeklinde olan loğ iyi cins bir meşedendir. Kalınlığı 35 santim uzunluğa 7 santim [2] çapındadır. İki ucu, özellikle sapı teşkil eden, çırçırın sağ ayağının dışında kalacak ve onu çevirecek olan kolla birleşen sağ taraftaki uç 5 santim inceltilmiştir. Bu loğun özelliği yumuşak olması; üzerinde kat kat, çok ince ama çok sıkı dilimler bulunmaktadır. Çırçırı kullandıkça, loğ ne kadar çok yıpranırsa, o küçük dilimler o kadar çok dışarı çıkar. Ondan sonra, loğun üzerine aşağı yukarı 50 santim uzunluğunda ve bir parmak kalınlığında çelik ya da saf demirden bir iğ yerleştirilir. Bunun da her iki ucu bel kısmından daha ince olup ayaklardan dışarı çıkmakta; iki uçtan yassı ve delikli olan biri tahta çarka bağlanmak için loğun üzerinden, çırçırın sol ayağından dışarı uzanmaktadır. Diğer uç ise çırçırın sağ taraftaki ayağını aşkın ya da loğ ile eşit uzunlukta çıkacaktır. İşte bu, köylünün pamuğu çekirdeklerinden ayıran çırçır makinesidir. Her çırçırcı bu aleti sırtlayıp uzaklara taşıyabilir. Pamuğun bol olduğu evlerde 4-5 çırçırcı sırayla aletlerinin önünde oturup [s. 49] pamuğu sol elleri ile loğun ve iğin arasına verir, sağ elleriyle de loğun sapına kenetli olan kolu çevirirler. Çekirdeklerinden temizlenmiş olan pamuk bu arada küçük makinemizin arkasına yığılır, çekirdekler de onun önünde çırçırın eteğine düşer.

Ama bu aletin iki ayağının arasında loğ ile iğin uçlarını birleştirdikleri noktada, loğ ile iğ arasına, bunlar kayganlaşıp kolayca dönsün ve çırçırı çeviren işçi yorulmasın diye çula sarılı ve suya batırılmamış sabun koyduklarını söylemeden geçmeyim.  Çırçırcı önce pamuğu değnekle bir güzel döver, daha sonra çekirdeklerini ayıma işlemine başlar [sayfa 50].

Pamuk tarama ya da ditme

Çırçırı yine her evde ev hanımı ve gelinler tarafından yapılan pamuğu tarama ya da ditme işlemi takip eder. Bu iş için, Papaz Harutyun Sarkisyan’ın tarifine göre oldukça basit bir alet olan yay kullanılır, yapılan işleme ise yerel lehçede "ağnel" [ağeğ (yay) ile taramak] denir. Yayın iki ucuna koyun bağırsağından yapılmış ince bir kiriş bağlanmıştır. Hallaç, yayı sağ eli ile, kirişi enlemesine alta gelecek şekilde tutar ve sol eliyle de çak ya da ağınpad diye adlandırılan 15 santim çevreli, çan şeklinde yuvarlak tahta bir aletle [hallaç tokmağı], pamuğun üzerinde gezinen yayın kirişine vurur.

İşe alışık, gücü kuvveti yerinde iki ya da daha çok sayıda kadın, her biri elinde yayı ile bir sıra halinde yan yana oturup pamuğu taramaya başlarlar. Kabartılıp taranan kısım son derecede ince ve katışıksız olmalı, öyle ki içinde taranıp temizlenmemiş, çırpıcıların gözünden kaçan, elden geçmemiş en küçük bir parça bile kalmamalıdır [s. 51].

[…] Hallaçların her birinin önünde birer kız ya da gelin oturur. Önlerinde, perdahlanmış ayrı ayrı yuvarlak masalar vardır. Bunların üzerine, çırpılmış pamuktan bir parça alıp ince bir iğ üzerine sararak 25-30 santim uzunluğunda fitillere dönüştürür, ardından kalburların içinde üst üste dizerler. Diğerleri, o fitillerden sekiz ila on tanesini birbirine sararak bir bağ oluşturur. Bunlara "pamuk kulası" [sırım, istif] denir. Bundan sonra sıra onu ipliğe çevirecek olan eğirmene gelir (makara anlamında çayr [ya da çahrag] tabir edilir) [sayfa 52].

  • [1] Papaz Der Harutyun Sarkisyan (Alevor), Palu: adetleri, eğitim ve entelektüel durumu ve lehçesi; Sahak-Mesrob Matbaası, Kahire, 1932.
  • [2] Metnin orijinalinde 7 yerine 3 cm yazıyor. Bu da mantıklı değil çünkü Sarkisyan’ın yazdığı gibi loğun uç kısımları 5 cm çapında, demir çubuğun kalınlığı bir parmak, yani 2 santimetre ve bunların yerleşmesi için 10 santimlik bir yer söz konusu (Editör tarafından).

* * * * * * * * * * * * * * * * * * * *

Dokumacılık

Not, "Huşamadyan" tarafından

Palu'daki dokumacılıkla ilgili bu bölümün tamamı Papaz Harutyun Sarkisyan’ın kitabından alınmadır.  Yazarın bu zanaatı çok iyi bildiğine ve anlattıklarının aslında kişisel bir deneyimine dayandığına şüphe yok. Dokumacılık gibi bir zanaatın Palu Ermenilerinin kadim mirasının bir parçası olduğu açıktır. Ve Papaz Harutyun’un metni bugünün dünyasında yerel metotlarla aynı şekilde sürdürüldüğünü düşünmediğimiz böyle bir mirası, zanaatı bütün ayrıntılarıyla yeniden canlandırdığı için tam anlamıyla benzersizdir. Bu nedenle, yazarın bu yazısını sentezleyip özetlemeye, başka bir deyişle esaslı değişiklikler yapmaya çalışmanın haksızlık olacağını düşünüyoruz. İşin uzmanı olmayan okuyucuya açıkça zor ve kimi zaman sıkıcı gelebileceği doğrudur. İşin uzmanı okuyucu içinse bazı açıklayıcı bölümler büyük ölçüde anlaşılmaz olabilir. Papaz Harutyun'un çok hızlı yazdığı, metnini gözden geçirmediği, edebi üsluba pek uymayan bir anlatım tarzı tutturduğu izlenimindeyiz. Bütün bunlara, bu sayfaların, dokumacılık ve genel olarak köy ekonomisiyle ilgili, günlük kullanım vasfını büyük ölçüde kaybetmiş çok sayıda kelime içerdiği gerçeğini eklemek gerekir. Papaz Harutyun, kendi de kullandığı kelimelerin anlamlarını her zaman belirtmeden lehçeli bir Ermeniceyle yazıyor. Keza bu metin, akıcı bir şekilde okumayı daha bir zorlaştıran bir noktalama işareti karmaşası arz etmektedir.

Tüm bu gerçeklere rağmen böyle bir metnin, Huşamadyan'ın, başlıcalarından biri Osmanlı İmparatorluğu Ermenilerinin günlük hayat tarzının yeniden canlandırılması olan amaçlarına tam anlamıyla uyduğunu düşünüyoruz. Gerçekten de dokumacılık, Palu'nun taşra hayatının önemli bir parçasıydı. Bu zanaatı, tıpkı Papaz Harutyun Sarkisyan’ın, kitabında okuyuculara sunduğu gibi yeniden nakletmeye çalışacağız. Yer yer yayıncılık müdahaleleri yapmak zorunda kaldığımızı da bu arada belirtelim. Bunlar daha ziyade noktalama işaretleri ve imla ile ilgili müdahalelerdir. Okumayı daha bir kolaylaştırmak için, Papaz Harutyun'un metnini tarafımızca eklenen alt başlıklarla böldük. Aynı zamanda, dokumacılıkla ile ilgili çeşitli kelimelerin anlamlarının belirtildiği bir sözlük ekledik [1]. Ve nihayet, çeşitli aletlerin yine yazar tarafından hazırlanmış olan resimlemeleri metne iliştirilmiş bulunmaktadır.

Çıkrık [Çakhrag] ya da pamuğu ipliğe dönüştüren alet

Ermeni köylünün pamuğu ipliğe çeviren bir fabrikası yok. Yegâne fabrikası, kutsal bir emanet olarak atalarından kalma, karmaşık bir makine olmaktan uzak basit, şekilsiz bir çıkrıktır. Bu kadim atalardan kalma kaba ve şekilsiz iplik aleti birkaç basit tahta parçasından, H şeklinde bir kaideden oluşmakta. Birinci kısım 1,30 metre uzunluğunda, beş santim kalınlığında ve 15 santim genişliğinde (kaide de aynı ölçüde geniştir). Bunun her iki ucundan, 5-6 santim içeriden 10 cm çapında yuvarlak delikler açılmıştır. [Bu deliklerin] içine hemen hemen 50’şer santim uzunluğunda ve neredeyse 5 santim çapında iki dikey sütun geçirilmiştir. Bu iki sütunun iç yüzlerinde, baş taraflarının 8-10 santim altında, tam birbirine karşı, içinden aşağı yukarı 2 santim çapında tesviye edilmiş yuvarlak bir çubuğun geçtiği yuvarlak delikler açılmıştır. Çubuğun üzerine yassı, yani on santim kalınlığında, aynı genişlik ve uzunlukta bir kütük geçirilir. Daha sonra, bu kütüğün her iki yüzüne büyük yuvarlak tahtalar birleştirilir, öyle ki tahtanın biri sütunlardan birine, diğeriyse diğer sütuna bakar. Ve bu, çıkrığın bir manivela görevi gören çarkıdır. Daha sonra, çıkrığın sağ tarafında dışa doğru on santim çıkan çubuğun ucuna bir tutak (kulp) geçirilir.

Bu tutağın üzerinde ve ona dikey olarak eğirmen, diğer uçta ise iki çubuk üzerinde, bukra [bakara, bobin] adı verilen 10 santim uzunluğunda kemik sürgünlerin geçirildiği birer mil sabitlenmiştir [sayfa 52].

[…] Eğirilecek iplik ince, orta ve kalın olmak üzere üç çeşit özelliğe sahip olmalıdır. İşin ehli köylü kadın ince çeşitten günde iki ila dört yumak iplik eğirir. O çıkrığın önünde devamlı olarak oturursa orta çeşitten neredeyse dört ila altı, kalınından altıdan yedi ya da sekiz yumağa kadar iplik eğirebilir. İnce ipliğin büyük bir kısmını çeşitli renklerde boyatır, daha sonra kadın elbiseleri için kumaşa dönüştürürler. Bu tarz kumaşa "khad" [rengârenk ipliklerle dokunmuş kumaş] adını verirler. Orta çeşit iplik erkekler için, kalın çeşit ise yatak ve önlükler içindir [sayfa 53].

Çulha tezgâhı ya da çukur [tezgâh]

Palu köylerindeki birçok evde, küçük bir dokuma fabrikası olan tezgâhlar bulunmaktadır. Bunlar yerel lehçede, çulhalık anlamında hor (çukur [tezgâh]) diye adlandırılır, dokumacı ise 'çukur işçisi', yani bildiğimiz çulhadır.

Çukur tezgâhı inşa eden ustanın tüm aletleri önünde hazır durur. Sonra, dokumacının oturacağı yer ve yaslanacağı duvarın önüne hemen hemen 60 santim uzunluğunda, 30 santim genişliğinde ve 40-45 santim derinliğinde bir çukur kazdırır. Bunun ilk, yani dokumacının oturduğu baş ​​kısmının, sağ ve sol olmak üzere, birbirine neredeyse bir metre aralı iki kenarı vardır. Yere, bu kenarların üzerine, 40 santim kadar uzunlukta, tesviye edilmiş kalın birer kereste parçası çakar. Bunların her birinin tepesinden hemen hemen 4-5 santim aşağıya, dokunmuş kumaşın sarıldığı kirişe, yani selmine destek olması için geniş ve yuvarlak bir delik açılmıştır. Bu kiriş, kayısı ağacından yapılma, 1 metre kadar uzunlukta, kare kesitli ve hemen hemen 40 santim çevreli, 15 santim uzunluklu, tesviyeli üstüvani uçlara sahip bir parçadır.

Selminin kare kesitli sağ tarafına, uzunluğu 50 ve çevresi 20 santim olan bir manivela kolu içlerinden geçirilsin diye, 5 santim içeriden birbirini kesen dört yuvarlak delik [s. 54] açarlar. Bu manivela, tamamlanmış kumaşı yavaş yavaş selmine sarmak için kullanılır.

Tezgâhı inşa eden usta, kazılan çukurun baş kısmında her iki tarafa çakılan kalın kazıkların arasına selmini yerleştirdikten sonra, 30 santim uzunluğundaki iki kazığı da çulhanın topukları değecek şekilde 25 santim derinlikte yere çakar. Bu iki kazığın her birinin tepesine ince demir zincirler ya da dayanıklı kendir ipler geçirir; bunların serbest uçlarının her biri, çulhanın ayaklarına destek [ayaklık] niyetine sağlam, tesviyeli bir tahta parçasına bağlanır.

Bu ayaklıklar, bağlantı noktalarından çukurun diğer ucuna kadar uzanır. Çukurun genişliğinde kalın, dayanıklı, tesviyeli birer keresteye ayrı ayrı bağlanmalarını sağlayacak bir zincirin aralarından geçmesi için, ayaklıkların her birinin en uçlarına birer delik açılır.

Usta, daha sonra çukur boyunca uç kısımların üzerine karşılıklı olarak iki de tahta direk çakar. [Bu direklerin her biri] 50 santim uzunluk ve 10 santim kalınlığındadır; öyle ki bunların 25 santimetresi yere sabitlenir, 25 santimetresi de yerden yukarıda kalır. [Direklerin] aralarındaki uzaklık hemen hemen 60 santimetre, yani bu iki direğin kazıldığı tezgâhın genişliği kadardır.

Bu iki direğin başları, içlerine kendi genişliklerinde, palavar adı verilen 6 santim kalınlığında ve 8 santim eninde yassı, tesviyeli bir tahta uyarlamak için üstten 5 santim derinlikte eşit olarak iki parçaya bölünür. Bu palavar, selminden hemen hemen 10 santim daha yükseğe yerleştirilmiştir. Selmin ve palavar arasındaki boşluk, dokumacının oturduğu yerden ipliklere ulaşabilmesi, düzeltebilmesi veya kopan bir ipliğin uçlarını düğümleyebilmesi için gücüleri tutan gücü çubukları için kullanılır. Bu palavarın arkasında aşağı yukarı 5 santim uzaklıkta ve palavarın uyarlandığı direklerin her iki yanında, onlardan 5’er santim dışarıda, tezgâh çukuru boyunca 20’şer santim uzunluğunda iki sağlam kazık, 15 santim derinlikte yere karşılıklı olarak çakılır.

Yerin üstünde kalan, iki taraftaki iki direğin delinmiş başlarına, aşağı yukarı bir metre uzunluğunda ve 30 santimetre çevreli, yuvarlaklaştırılmış bir çubuk geçirir, daha sonra, 50 santim uzunluğunda iki ahşap kol içlerinden geçsin diye bu çubuğun her iki ucuna 8 santim uzunluğunda küçük ama tesviyeli iki dikme sabitlenir. İki kolun tefeye bağlanacak olan uçlarında, tefe çubuklarının iki [s. 55] ucundaki ilmeklere halka şeklinde yan yana sıra halinde 3-4 küçük delik bulunur. Bu iki kolu birbirine bağlayan bir metre uzunluğundaki bu çubuğu "pergel" tabir ederler. Pergel, kollar ve tefe birbirine çubuklar ve çivilerle bağlanmıştır. Çulhanın bezi dokuması bu üç nesneyi bir araya getirerek mümkündür.

Daha sonra ikişer çift sağlam ve kendirden örme ipi tavandan doğruca tezgâh çukurunun orta yerine asarlar. Bunlardan iki çift tefe, diğer iki çift ise tefenin arkasındaki gücü çubukları içindir. Tefenin iplerinden bir çift onun dış üst köşelerinden birine takılan halkaya, diğeri ise diğer uçtaki halkaya bağlanır.

Tezgâh çukuru ustası, tavandan sarkan bu dört çift ipi tavanın iki tarafına çakılı çivilerle, birbirinden aşağı yukarı 40 santim uzaklıkla, tam karşı karşıya gelecek şekilde bağlar.

Gücüye ait iki çift ipin iki ucuyla, her iki tarafında 10’ar santim içeriye doğru, inen-çıkan birer küçük makaranın ya da kendi deyişleriyle “cüciklerin” geçirildiği, 4 santim uzunluğunda ve bir santim çevreli, tesviyeli bir çubuk bağlar. “cüciklerin” geçirildiği o yerlerin üzerine, gücü çubuklarının ipleri gerilir.

Gücü takımının inip çıkmasını sağlayan, tavana sabitlenmiş, yaklaşık 4 santim uzunluğunda ve 1 santim çevreli bir çubuk üzerinde bulunan makaraların üzerinden geçirmek üzere, gücü takımlarının her biri için bir tane olacak şekilde iki çift halat kullanılır. Kalan iki çift halat tefe içindir ve onun makaraları tavana ilk ikisine 40 santim uzaklıkta yerleştirilmiştir.

Usta, bu asılı halatları da kendileriyle ilişkili parçalarla doğru orantılara sahip olmaları; yani gücü, tefe ve selminin, biri diğerinden ileri ya da geri kalmaması için ölçüp hesaplayarak yapar.

Daha sonra usta, selminden neredeyse iki buçuk metre alçakta ve bütünüyle arkada yer alan alt merdanenin iki kazığını çakar. Alt silindir 60 santim uzunluğunda, çevresi 10 santim gelen, yuvarlaklaştırılmış, tesviye edilmiş, iki ucu kazıklardan geçecek şekilde inceltilmiş bir tahtadır. Bu kazıklar, bez dokunduğu zaman bütün güç alt silindir, selmin ve üst merdanenin üzerine bindiği için selminin kazıkları ile aynı uzunluktadır.

Tefe iyi cins kayısı ağacındandır. Üst kısmının iki yanı düz ama tepesi sivri, neredeyse kubbe şeklindedir. Aşağı yukarı 110 santim uzunluğundadır ve “pergelin” kolları üzerinde açılmış uygun deliklerden geçmesini sağlamak için her iki ucunda hafifçe yukarı doğru bükülmüş ince demir çubuklar çakılıdır. Tefeyle birleşen alt kısım da aynı ahşaptan ve ona eşit uzunluktadır. Birbirine bağlanmış bu iki aletin tam ortalarından uçlarına kadar, testere ağzı kadar dar ama oraya yerleştirilecek tarağa uygun düz ve ince bir yuva açılmıştır. Bütün bu tertibat, deriden yapılmış ince bir halat ile bir arada tutulur, öyle ki aralarına takılan dokuma tarağı, tezgâh kullanıldığında hareket etmez.

Dokuma tezgâhının inşasının son aşaması ve kurulması

Tefenin ve ona bağlı alttaki aletin iki ucundan aşağı yukarı dört santim içeriye doğru, tam birbirinin karşısında, dört santim genişliğinde delikler açılmıştır. Her iki taraftaki o deliklerin her birinden, [s. 56] yukarıdan aşağıya, onların genişliğine uygun tesviye edilmiş küçük sürgüler geçirilmiştir. Tertibat, bunların üzerinden, keza alt tarafından (yani tefenin ve ona bağlı alttaki aletin) ince ve halkalı bir deri ile güçlendirilmiştir; böylece, çulha çalışırken aralarından geçen dokuma tarağı yerinden hareket etmez.

Usta, tefenin ölçüsünü de selminden alır. İnce bir iple ikisinin sağ ve sol taraflarını ölçer. Sağ tarafları sollarına eşit olmaz ise, yani tefenin sağ tarafı selmine yakınsa, [o zaman] sol tarafla eşitlemek için, onların iki tarafı da selminle eşit gelsin diye o tarafta tavandan sarkan halatları geriye ya da öne getirir. Daha sonra onların birbirine zıt açılarını ölçer, selminin sağ tarafından ipi tutar ve ipin diğer ucunu da tefenin sol koluna çakılı olan çubuğun başlangıç noktasında tutar.

Zıt tarafta da aynı şeyi yapar. Ölçüleri birbirinden farklı gelirse, selminin herhangi bir tarafından uzak kalan tarafı onun tavanına yaklaştırır. Tefenin tepesi de selminin açılarından ölçülür. Usta, tekrar öne, geriye ya da selminin zıt açısına getirdiği tavandaki halatlarla farkı düzeltir. Bez dokunurken, çulhanın oturduğu yerden sağ elinin uzandığı yere kadar, 20 santim çevreli ve 30 santim uzunluğunda bir direk çakar.

Üzerine yedi metre uzunluğunda, kendir örgülü sağlam bir halat geçirir. Bu halat, tezgâh çukurunda çulhanın oturduğu yerden itibaren, çözgüye bağlı olarak başının üstünde tavana çivilenmiş olan üst merdaneye kadar yükseleceği için uzun tutulur. Daha sonra oradan da dolaşarak, tavandan sarkan, tefe ve gücü çubuklarının iki tarafıyla bağlanacak olan halatların ortasından geçerek alt merdaneye ve oradan selmine ulaşacaktır.

Usta, bu uzun halatın kullanımı için başka bir direk daha çakar. Bu direk diğeri kadar kalın ve uzun, ancak bir ucu çatallıdır. Usta onu dallarından biri yere, diğeri duvara saplanacak şekilde, çulhanın oturacağı yerin tam arkasına çakar. Bu direğin tepesi yerden ancak 4-5 santim dışarıda kalır. Çatalın başı altında, çözgüyle birleştirilecek olan ahşap mafsalın [gocag] üzerine çekip onları birbirine bağlamak için o halatın geçeceği, neredeyse yerle eşitlenmiş bir delik meydana gelmiştir.

Usta, çatallı bu son direği de onlarla eşitlemek için, selmin ve üst merdanenin köşelerinden ölçer [sayfa 57]. Çulha, dokunacak bezin çözgü ipliklerini üst üste sararak bir düğüm atar ve onu solundaki duvarda oldukça yükseğe çakılı bir direğe asar. Çulha, bezi dokumaya başladığında, daha önce söylediğim gibi, bir parmak uzunluğunda ve bir o kadar kalınlıktaki ahşap mafsalı [gocag] ve işlenecek çözgüyü arkasındaki çatallı direğin deliğinden geçirilmiş olan o halatla birleştirir.

Mafsalı [gocag] çözgüye bağlayan halatın ucu bir halka olup, çözgü ile halat birbirine bağlanır; çulha, aynı halatın kendi direğinde toplanan geride kalan kısmını sağ tarafındaki direğe bir düğüm ile sabitler.

Üst merdane de alt merdane gibi tesviye edilmiş ve onun kadar uzun, ustanın çulhanın tam kafasının üstünde tavana çaktığı yuvarlak bir tahtadır. Usta, bunun köşelerinin ölçüsünü de bir iple selminin üzerinden alır. Selmin ve üst merdanenin açıları birbirine eşit olmalıdır. Hem ikisinin sağ ve sol açıları hem de birinin sol ve diğerinin sağ açısı birbirinden saç teli kadar bile  farklı olmamalıdır. [Çulha, bu eşitliği sağlamak için] ya üst merdanenin selmine yakın kalan köşesini geriye götürür ya da selminden uzaktaysa öne getirir. Usta bunların birbirine olan yüksekliklerini de iple ölçer. İpi iki ucundan tutar, geri kalanını da iki yerinden bir başkasına tutturur, kendisi ise sırtını üst merdanenin altındaki duvara dayar. Selminin iki köşesinin kenarlarındaki yüksekliği anlar. Eğer ip ipe değmezse, yüksekte kalan üst merdanenin o taraftaki köşesini onlar birbiri ile eşitlenene kadar alçaltır.

Tezgâh çukurunu tam bir doğrulukla ölçmek için en uygun ölçü, dediğim gibi, kemanın teli kadar ince bir iptir. Çukuru ölçen usta, onun üzerine çakılan tüm direkleri, tavandan sarkan halatları selminin üstünde düzeltir. Üst merdanenin ölçüsünü alır almaz diğerlerini de ölçer, yani selminin ve alt merdanenin iki yanının ölçüsünü alır. Selminin bir tarafı onun diğer tarafından uzaksa, usta alt merdanenin direğini selmine yaklaştırır. Usta bu ölçüyü bir başkasıyla birlikte onların zıt köşelerinden alır. Yani kendisi ipi her iki ucundan (üst merdane gibi) tutar ve tuttuğu ipin her bir ucunu da bir başkasına tutturur. Selminin arkasına oturur ve ipi her iki ucundan [s. 58], bir ucunu sağ, diğerini sol eliyle olmak üzere selminin iki köşesi üzerinde tutar. Aynı ipin iki ucundan da diğer kişi, alt merdanenin köşeleri üzerinde tutar. Ama telleri karşı karşıya değil, zıt köşelerde tutarlar; böylece, teller birbirine değerse bu, doğru oldukları anlamına gelir. Aksi takdirde, birbirleriyle eşitlenene kadar, yüksek taraftaki direği alçaltırlar. Onların yükseklik ölçüsü budur. Zaten en önemlileri selmin, üst merdane ve alt merdanedir. Bunlar doğru olarak ölçülür ve yerleri üzerinde sabitlenirse diğerlerinin ölçüsünü almak kolaylaşır. Argaç çerçevesi ve tefenin tavandan sarkan halatları, açılan tezgâh çukuru boyunca tam orta yer üzerine inecektir. Dolayısıyla bunlar da birbirinden ileri ya da geri kalmamak için selminin iki köşesine eşitleneceklerdir.

Düzgün olmayan bir tezgâh çukurunun düzgün olmayan bir sonuç vermesi tabiidir. Tezgâh çukurunu nasıl düzelteceğini bilmeyen bir çulha için işini yapmak eziyet demektir, çünkü doğru düzgün bez dokuması imkânsız hale gelir. [bu durumda] dokunan bezin bir tarafı ileri gider, diğer tarafı ise geride kalır. Aynı zamanda, tefe, bezin kenarına eğri vurmaya başlar ve içine yerleştirilen tarak çoğu zaman bu yüzden kırılır ve zavallı çulhanın arzusu, azmi ve zanaatkâr haysiyeti de onunla kırılır, çünkü zanaatında cahil kalmıştır.

Köyün dokuma fabrikası budur. Çulha, bez dokuduğu sırada tefeyi tutup beze vurur; böylece, onun çıkardığı “çak-çuk” sesini uzaktan ya da yakından duyabilirsiniz. Bu şekilde icra edilen dokumanın gürültüsü fazla olmakla beraber, bu çeşit tezgâh çukurunda dokunan bezin dayanıklılığını diğer çeşit tezgâh çukurlarının veremeyeceğini de söylemek gerekir. Çulha tefeyi tutup dokumaya sıkıca vurduğunda, bezin dokusu daha sıkı olur.

[…] Şehirlerde, yani İstanbul ya da Kilikya [Adana] çevresinde farklı tarzlarda yapılmış tezgâh çukurları bulunmaktadır. Tefe, çulhanın tutmasına gerek kalmadan beze vurulur, çünkü bu tefenin bizimki gibi kollu pergeli yoktur; o, kolsuz ve sadece tavandan asılı olup selmine çok yakın durmaktadır. Çulha onu, her zaman, iki baş parmağıyla geri itecek ve sonra serbest bırakacak; tefe kendi doğal hızı ile kayıp bezi baskılayacaktır. Bunun sesi ve gürültüsü yoktur, derli-toplu ve sevimli; sonucu da birincisinden daha iyi, dokuduğu bezin inceliğidir. [sayfa 59]

Bir tezgâh [çulha] ile dokumak

Argaç, birlikte bükülerek neredeyse bir keman telini andıran ipliklerden oluşur. Bunu kıvırdıktan sonra yumaklara dönüştürürler. Yumaklar daha sonra oldukça kalın bir çiriş [asfodelin] ve su çözeltisine batırılır; daha sonra iyice sıkılır, çıkarılır ve nazug denen aletin üzerine geçirilerek masuralar üzerinde sarılır. Daha sonra o masuralardaki iplikleri bu iş için çakılmış kazıkların üzerine, güneşin altında kurumaya bırakırlar. İşte bu, argaçtır; bir santim çaplı ince ve tesviye edilmiş, kuşburnu ağacından [marseni] yapılma çubuklar üzerinde bununla dokurlar. Bu argaç işleminin de bir aleti vardır. Bu, bir metre uzunluğunda, 5 santim genişliğinde ve aynı kalınlıkta ahşap bir kaidedir. İki tarafındaki uçlarının üzerine, argaç yerinden kımıldamasın diye, 30’ar santim uzunluk ve 5’er santim kalınlıkta kollar geçirilir. Daha sonra, kaidenin iki tarafındaki uçlarla birleştirilmiş olan bu kolların tam ortalarını bir kalemle deler ve içlerine 50’şer santim ya da biraz daha fazla uzunlukta iki dikey, küçük parmaklık sabitlerler. Bunların tepelerinde, hayli ince tutunma noktaları olarak, ortalarından testereyle eşit ölçüde yarıklar açar ve aynı orantılarla doğranıp tesviye edilmiş, sekiz santim genişliğindeki bir tahtayı oraya yerleştirirler.

Bu tahtanın üzerine argaçlanacak gücü çubuğunu koyarak, argaç atıldığında çubuk hareket etmesin diye tahtanın iki ucuna iplerle bağlarlar.  Ancak bu gücü çubuğunun çulhanın sağına düşen bir ucuna, bir ucu sol tarafa kadar ve onun ötesine, yani küçük parmaklığın içine yerleştirilen tahtanın sol tarafına (çulhanın sağ ve solu) uzanan bir tel bağlıdır. Bu yerin tam dış tarafından, küçük parmaklıkla birlikte, on santim uzunluğunda ve iki santim kalınlığında tesviye edilmiş, ucunda da iki santim aşağıdan bir yarık açılmış olan bir ahşap çivilenmiştir. Kendisiyle birleşen tahtadan ve küçük parmaklıktan 10 santim uzun bu tesviyeli ahşap parçası, gücü çubuğunun sağ tarafındaki uca bağlı küçük, dikey bir alettir. Telin ucuna da 25 dirhemlik [bir dirhem 3,20 gram] bir taş ya da aynı ağırlıkta bir demir parçası bağlanır. Daha sonra bunu sol taraftaki parmaklığa çivilenmiş o ahşabın oyulmuş ucundan aşağıya asarlar. Böylece gücü çubuğunun teli, argaçlanacak gücüden sola doğru yukarıda bırakılmış olur. Bundan sonra çulha, argaçlanacak teli üzerinde taşıyan küçük bir mekikle argaç atmaya (dokumaya) başlar. Dokumayı sağdan sola yapar. Önce, mekiğe sarılı ipin ucunu argaçlanacak gücünün [s. 61] sağ taraftaki ucuna bağlar. Daha sonra mekiği onun üzerindeki telin üzerinden geçirir ve o gücüyü kucaklayan tahtanın altından kendi tarafına geçirerek uca kadar indirir. Ardından, mekiği yukarı kaldırarak, gücüden yukarda kalan telin içinden geçirir ve tekrar kendi tarafına getirip, başladığı yerden, gücünün sağ tarafındaki uca sabitler. Daha sonra teli ilmek yaparak gücü çubuğunun üzerindeki telden dışarı çıkarır ve mekiği içinden geçirerek gücü çubuğu ve üzerindeki telle tutturur. Öyle ki bu ilmek her zaman, argaçlayan çulhanın karşısındaki gücünün gerisinde kalır. Böylece çulha bir eli ile, mekiği hızla gücünün üzerindeki telin içinden geçirerek kendi tarafına getirir. Sonra onu ilmek yaparak telin altından dışarı çıkarır, karşısındaki gücünün arkasına döndürerek mekiği arkadan ve iç taraftan gücüye ve onun tahtasına geçirip diğer eliyle kaldırır. Dokumanın yöntemi budur.

Argaç atılacak gücüler altı tane olup bunların üçü çulhanın bir ayağı, diğer üçü diğer ayağı içindir. Bu iki kısımda ikişer gücü çubuğu, dokunacak çözgünün üstünde, yukarda; diğer ikisi ise altta, çözgüden içeri kalır, ancak birbirinden ayrıdır. Argaçlama, dokunacak bezin genişliğine göre yapılır; başka bir deyişle bezin genişliği 7 çile (bir çile 40 iplikten oluşur) ya da 12'ye kadar sekiz, dokuz çile istenirse, bunların her birine uygun argaç atılır. Yani, 7 çilenin altı gücü çubuğu, sekizin kendi gücü çubukları olur ve böyle sırayla gider. Öyle ki bunlar, istenen bezin genişliğine göre hazırlanırlar. Çulha, aralarından istenen çözgüye uygun olanı gerektiğinde kullanmak üzere hepsini, elinin altında hazır bulundurmak için dokumak zorundadır. Dokunmuş çözgünün her bir çilesinin tellerini gücülerin üzerine örülmüş argacın her bir ipliğinin içinden birer birer geçirir. Daha sonra, tefenin içine yerleştirilmiş, bezi dokuyan tarağın kamış dişlerinin aralıklarından bu ipliklerden ikişer adet geçirir; bunlar ipliklerin özelliklerine uygun sayılı aralıklar arz eder. Argaçlanacak altı gücü çubuğunun alt taraftaki ikisi sık dokunur. O kadar ki üzerlerine dokunan her çile kırk iplik geçişinden oluşur. Ve üstlerinde, her birinin parçasını oluşturan ikişer gücü çubuğunun 20’şer iplik geçişi vardır. Çünkü üstteki gücülerin argaç geçişleri seyrek olup aynı zamanda kolay dokunur. Çilenin, yani dokunacak bezin [s. 61] enine uygun olarak argaçlanacak gücü çubuklarının hem altı hem de üstünde, uçlardan ikişer çile içten bağlama yerleri bırakırlar. Bırakılan bu yerlerin üzerine ilmekler halinde bağlar geçirirler. İçlerinden geçirmek için, tavandan asılı küçük makaralar, alt taraftan da çukurun içindeki iki kaideyle birleştirilirler. Çulha, bir ayağıyla kaideye bastığında, tefenin arkasında duran çözgünün üzerindeki argaçlanmış iki gücü çubuğu çözgüye dokunup aşağı iner, diğer ayağı tarafındaki gücü çubukları da çözgüden yukarı çıkar. O sırada mekik için, çözgünün içinde, tefenin önünde geçit açılır. Aynı zamanda çulha, eğer usta ise, mekiği çözgünün o açılan geçidinden iki eliyle hızlı hızlı alıp verir.

Çukur dokuma tezgâhının tüm kısımları ölçülüp kendilerine uygun yerlere sabitlendi. Geriye sadece iki nesne: mekik ve gergi kaldı. Bunlar hakkında da açıklama yapmakta yarar var. Mekik genellikle manda boynuzundan yapılır. İki ucu yassı, sivri ve iyi tesviye edilmiş olup bir santim genişliğindedir. Bunların üzerinden aşağı yukarı 1 santim genişliğinde maden geçirilir. Uzunluğu yirmi santim kadar ve iki ucunun ortasında, yani mekiğin orta yerinde bir yuva bulunmaktadır. Bu yuvanın her iki ucunda karşılıklı olarak küçük delikler açılmıştır. Bunların içine, yuvanın uzunluğuna uygun şekilde masuranın ince çubuğu geçirilir. Yuvanın sağ tarafında masuranın telinin geçmesi için bir delik vardır. Çubuğunun boyundan biraz daha kısa olan, dokuma bezinin ipliğini üzerine saran masura o çubuğun üzerinden geçirilir. İşte, mekik.

Gergi adlı aletin gördüğü iş de önemlidir. Yeri dokunan bezin, yani tefenin tam temas ettiği kenarın üstü, bezin eni boyunca neredeyse 2 santim geridedir. Bu alet, bezin enini dokunacak kenardan gererek tefenin hareketlerini büyük ölçüde kolaylaştırır. Bez bir el büyüklüğü kadar dokunur dokunmaz, tefeye doğru hareket ettirilir. Gergi, iki parçalı ve iki parmak genişliğinde ince bir tahtadır. Her bir parçanın uzunluğu hemen hemen kırk santimdir. Bezin iki kenarının enine teyellenmesi için her iki uca üçer iğne atılır. Bu iki parça birbiri üzerine sabitlenmiş olup menteşe gibi birbiri üzerinde dönebilir. İkisi düz bir hat oluşturduğu zaman, bezin genişliğinden daha uzun gelir. Uçlarındaki iğneler bezin iki kenarına geçtiğinde [sayfa 62] birleştikleri noktada bir geniş açı oluştururlar. Şimdi, bezi enine istendiği kadar germek için söz konusu açıyı orta yere denk gelen tepesine baskı yaparak büyütmek gerekir. Bu açının her iki tarafının da gergin kalması için arasına bir ucu gerginin bir kanadındaki deliğe, diğer ucu da diğer kanadındaki deliğe bağlı olan demir bir kanca yerleştirilir. Bu delikler birden fazla olup sayıları germe ölçüsüne göre ayarlanır.

Çözgünün [arış] tarifi

[…] Çulha, çözgülenecek ipliğin ağırlığına göre bir Asphodeline çözeltisi, başka bir deyişle çirişi hazırlar. Bunu yapmak için, toz haline getirilmiş Asphodeline'i sağ eliyle yuvarlak ve derin bir kaptaki suya eklerken, sol eliyle yapışkan bir kütle haline gelene kadar karıştırır. Daha sonra bu çözeltiyi derin, dairevi bir tepsiye aktarır. Ardından, hazırladığı yumakları çözer ve teker teker sıvıya ekler. Yumakları ön kolları üzerinde ilmikleyip sıkıca gererek onları sıvının içinde hızlı bir şekilde karıştırır. Böylece işlenmemiş, çirişi iyice emmemiş tek bir iplik bile kalmaz. Bütün yumak miktarı tamamlanana kadar işleme bu şekilde devam eder. Buna 'dokumaya hazırlık' denir. Daha sonra çulha ya da genellikle kadın olan bir başkası, bu çileleri alır ve teker teker nazuga geçirip çıkrık kullanarak masuralar üzerinde sarmaya koyulur. Bütün yumak tam bir masura çile tutar. Çulha, bu iş tamamlandıktan sonra, sabah erkenden, yağmur ya da kar yağmaması şartıyla, 1 metreden biraz uzun, tesviye edilmiş 70 ila 80 kazığı omuzlayıp tarlaya ya da benzeri seviyede bir yere götürür. Onları çit direkleri gibi bir sıra halinde yere çakar ve [aşağıda açıklandığı gibi] çözgülenecek çileleri kuruması için üzerlerine yerleştirir.

Çulha, ipliğin inceliğini ya da kalınlığını hesaba katarak, kaç arşın [68 cm] uzunluğunda yer ayıracağını bilir. Sonra o kazıkları toplam uzunluğa göre dizer ve uçlarını yere çakar. Kurutulacak iplik inceyse [s. 63] ve çilenin ağırlığı altı okka [7,68 kg] geliyorsa, o zaman, başladığı yerden 30 gankun [40,8 metre] ya da 60 arşın [3] ölçer (bir gankun orada iki arşın [1] [136 cm] gelmektedir). Ve kazıkları o uzunluk boyunca her iki tarafa diktiği için, dokunacak bezin uzunluğu yüz yirmi arşın, yani altı top olur. Başlangıç ​​noktasında, sağda yere dört kazık çakılır. Bir hat üzerinde ve birbirine yakın, yani 5 santim aralı ve aynı yüksekliktedirler. Sol uç tarafta yere iki kazık çakılır. İki sıra kazık arasındaki mesafe yaklaşık olarak yarım metredir. Çulha, bu uçta çakılmış dört kazıktan itibaren öne doğru üç tam ve bir çeyrek gankun [4,42 metre] ölçmeye başlar; bu mesafe gocag tabir edilir. Doğru mesafeyi ölçtükten sonra, paralel hattın sonunu belirlemek için ikişer kazığı karşılıklı olarak yere çakar. Bunların yükseklikleri aynı olmalıdır. Aynı şekilde ve sadece bir kazık diktiği 30 gankunluk mesafenin sonuna kadar kazık çiftlerini karşılıklı olarak çakmaya devam eder. Nihayet, her hattın ilk kazığına bir destek görevi görmesi için daha kalın, daha uzun bir kazığı [açılı] 15 santim derinliğe yanlamasına yere çakar. Bunu, giderek artan iplik büklümleri altında eğilmesini önlemek için yapar. Çulha, kazıkların üzerine iplikleri sağ uç taraftan yerleştirmeye başlar. Destekleyen büyük uç direğe ulaşana kadar bu işleme devam eder ve onun etrafından dönerek çözgüyü sol taraftaki direğe verir. Daha sonra, devam ederek sona, iki kazığın, ilk dördünün karşısında durduğu yere ulaşır ve ipliği üzerlerine sararak geri döner; gereken sayıda tüm çileyi elde edene kadar aynı faaliyete devam eder. Çulhanın çözgüyü kazıklara nasıl sardığını, masuraları nereye dizdiğini söylemedim. Bu, dasdacağ diye bilinen bir araç kullanılarak yapılır.

Dasdacağ

Dasdacağ birkaç parçadan oluşmaktadır. Tabanı dikdörtgen şeklinde olup, yanları önde ve arkada birbirine paraleldir. 2 santim genişlik ve kalınlıkta ahşaptan yapılmıştır. Dasdacağ arkada 35 santim genişliğinde ve "kafa" tabir edilen ön taraf 20 santim genişliğindedir. Tabanın kalan iki kenarı, aynı genişlik ve kalınlıkta [sayfa 64], aşağı yukarı 1 metre uzunluğunda iki ahşap parçadan yapılmıştır. Geniş tarafın her bir köşesinde, 30 santim kadar yükseklik ve 8 santim kadar çevresi olan, yuvarlaklaştırılmış bir dikme bulunur. Bu dikmelerin üst uçları, hemen hemen 35 santim genişliğinde ve 2 santim kalınlığında bir tahta parçasıyla birleştirilir. Dikmeler, her birinde 2 santim aralıklı, birbirine bakan 10 deliğe sahiptir. Her bir delik çifti yatay bir çubuk taşır ve bu çubukların üzerinde delik uçlarına yakın, ancak çerçeve içinde kalan birer delik bulunmaktadır. Her delik, ipliği bir masuradan almak içindir.

Önden arkaya taban ahşaplarının her birinde, iplik taşıyan birer masuranın yerleştirilmesi için 10 santim kadar aralıklarla açılmış 10 delik vardır. İplikler sırayla deliklerden beslenir. Örneğin sağda en yakındaki, o tarafta en alttaki çubuğun deliğinden ve 20 ipliğin tümü doğru deliklerden geçirilene kadar bu şekilde devam eder.

Dasdacağın başındaki masuranın ipliği, en alttaki çubuğun deliğinden geçer. İkinci masuranın ipliği ikinci çubuğun deliğinden, üçüncüsü üçüncüden ve onuncuya kadar böylece devam eder. Sol tarafta da aynı şekilde.

Her uzun taban elemanının dış tarafına, tertibatın dar ucundan 30 santim kadar uzaklıkta birer dikme sabitlenir ve bunları üstte bir ahşap travers çivileyerek birleştirirler. Çevresi 10 santim gelen bir başka tahta parçası, geniş ucun üstü ile bu alt tertibatın üst kısmını bir taşıma traversi olarak birleştirir. Dolayısıyla dasdacağ budur. 40 iplik [çözgü] çilesini oluşturan kişi işe koyulur: bu aleti sağ elinde tutar ve ilk 10 ipliği birbirine yakın yerleştirilmiş dört direğin ilkine bağlar. İkinci 10 ipliği ikinciye ve dönüşümlü olarak, aleti daima sola ya da sağa çevirerek, bu şekilde devam eder. [sayfa 65]

40 ipliklik bir çilenin (çözgü) oluşturulmasına yardım için yapılan bu alet, ilkel bir araç olarak görülmemelidir. Aksine, onu yapan çulha ya da marangoz, işini bilerek görmüş ve alete hatırı sayılır bir incelik ve hafiflik vermiştir. Tüm parçaları uygun olsun diye dikkatle hesaplanmış ve bu nedenle iyi, tertipli ve kullanımı kolaydır.

Çulhanın dört kazıktan başlayıp üç gankun bir çeyrek [4,42 metre] ölçtüğünü yukarıda açıkça belirtmiştim; bu mesafe bir gocag diye bilinir. Çulhanın çukurda oturduğu yerden başının üstündeki tavana sabitlenmiş üst merdaneye kadar olan mesafe ile aynıdır. Diğer bir deyişle, o merdanenin üstünden zemine sabitlenmiş olan alt merdaneye ve oradan da altındaki selmine kadar üç gankun bir çeyrek ya da aşağı yukarı yedi arşın (4,42 metre) tutan mesafeye eşittir. Bu uzunluğun üç katı, diğer bir deyişle üç gocag, yaklaşık olarak 20 arşın ya da 1 topa karşılık gelmektedir. Günde üç gocag, yani bir top bez işleyen çulhalar var. Daha deneyimli olup daha hızlı çalışan ve bir buçuk topluk iş çıkarabilen başkaları da var. Ancak bunlarınki, seyrek dokunduğu düşünüldüğünde, birincisinin dayanıklılığına sahip olmayacaktır. Bir gocag çözgü için, nazugtan yararlanılarak üzerine iplik sarılan dört adet masura kullanılır.

Nazugun biri üstte diğeri altta olmak üzere çapraz olarak tutturulmuş iki ahşap parçasının uçlarına yerleştirilmiş, iki parmak [4 santim] genişliğinde, 40 santim uzunluğunda ve bir santim kalınlığında dört adet kolu vardır. Alttaki çapraz parça üsttekinden daha büyüktür. Bu iki çapraz parça, her birinde merkezi bir delikten geçen, bir taş üzerine sıkıca oturtulmuş ince bir mil üzerine yerleştirilmiştir. Bu, nazugun herhangi bir engel olmaksızın sola ya da sağa dönmesini sağlar. Yumak, nazugun üzerine yerleştirilir ve iplik masuralara sarılır.

Bezi ağartmanın (kasarlama) ya da mayıslamanın yolu

İpliğin bez haline getirilme işi en geç mayıs ortası, olmadı mayıs sonuna kadar tamamlanmalıdır, çünkü işlenen bezin ağartılması (kasarlanması) gerekir ve kasar ancak bu ayda konulabilir (yapılabilir). Mayıs bunun için en uygun zamandır. Köydeki Ermeni kadın bunu geleneksel deneyimiyle çok iyi bilir, çünkü kumaş beyazlatmak için gerekli malzeme mevcut olmadığından bu işi diğer aylarda [sayfa 66] yapmak imkânsızdır. Nedir o malzeme? Davarların körpe dışkısı. Palu halkının yerel lehçesinde mayis kelimesi sadece mayıs ayı anlamında değil, aynı zamanda hayvan gübresi anlamındadır. Mayisel (mayıs), kumaşı gübre ile beyazlatmak; ikincisi dışkılamak, [...] üçüncüsü, dışkı ile kirlenmek anlamına gelir.

Ermeni kadınları bezi nasıl ağartırlar? Büyük kazanları yarısından fazla suyla doldurur, ay boyunca toplanan önemli miktarda inceltilmiş hayvan gübresi ekler [...] ve bu karışımı uzun kepçelerle karıştırırlar. Ardından, bezi azar azar karışıma ilave edip sıvının içinde iyice sıkarak buruştururlar. Bez kayağan karışımı emene kadar bu işleme devam ederler. İki ya da üç gün beklettikten sonra, işlenmiş bezi yıkamak için bir kaynağa ya da bir dere yatağına götürürler. Orada, Ermeni kadınlar ve kızlar boy boy bezi suya atar, sonra yıkayıp sıkarlar. Daha sonra iki ucundan tutarak düz bir yere yayar ve güneşte kurumaya bırakırlar. Bu yıkama, sıkma ve kurutma faaliyeti, istenilen beyazlık elde edilene kadar birçok kez tekrarlanır. Daha sonra bezi eve taşırlar.

Otlayan hayvanlar tarafından yılın diğer aylarında üretilen gübrenin neden kasarlamada [ağartmada] kullanılmadığı ve sadece Mayıs ayında üretilen gübrenin kullanıldığı tartışma götürür [sayfa 67].

Papaz Harutyun Sarkisyan (Alevor)

  • [1] Bu sözcük dağarcığının hazırlanmasında, çulhalık (dokumacılık) ile ilgili sözcüklerin açıklamaları bakımından hayli zengin olan Sdepan Malkhasyan’ın Ermenice İzahlı Sözlük’ünden yararlanılmıştır. Aynı zamanda bizzat Papaz Harutyun Sarkisyan’ın kitabının sonunda yer alan zengin lehçe sözlüğüne de başvurulmuştur.
  • [2] Bir arşın ya da arşin 68 santimetreye karşılık gelmektedir.