Edebi eserler

Malkhas'ın Uyanış romanında Dersim

18/12/20 (son değişiklik: 18/12/20), Çeviren: Maral Aktokmakyan

Önsöz

Yazar: Simon Beugekian

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Diaspora’da büyümüş Ermenilerin birçoğu için Zartonk (Uyanış) Ermeni devrimci hareketinin en büyük edebi yapıtı konumundadır. Eser özünde Malkhas’ın (Ardaşes Hovsepyan) Ermeni Devrimci Federasyonu (EDF, Taşnak Partisi) yaşam boyu üyesi ve lideri olarak ilk elden deneyimlediği olayların kurgulanmış bir halidir. Dört ciltlik bu oldukça hacimli eser yirmi yılı aşkın bir zaman dilimini (1890’ların sonları ile 1920’ler arası) ve birden fazla ülkede cereyan etmiş olayları kapsamaktadır. Eserde siyasi partilere, sosyal hareketlere veya kişilere özel bir yer verilmemiş, daha ziyade Malkhas romanında gerçek hayatta içinde bulunduğu sosyal-siyasi oluşum ve hareketlerin kurgulanmış bir benzerini yaratmıştır. Bununla birlikte roman, ulusal hareketin ve modern Ermeni bilincinin yükselişi, özgürlük mücadelesi, Soykırım, bağımsızlık ve Sovyet Devrimi gibi Ermeni tarihinde yer almış gerçek olaylar ve önem arz eden kişilerle ilgili geniş çaplı bilgi sağlamaktadır. Malkhas önsözünde Zartonk’un ‘bilindiği anlamda tarihsel bir eserden ziyade tarihsel gerçeklere dayanan tarihi bir roman’ olduğunu belirtir.

Zartonk ilk kez 1933’te Boston, Massachusetts’te yayımlandı. 2015’te ilk kez İngilizceye Simon Beugekian (bendeniz) tarafından çevrilen eser California’daki Sardarabad Bookstore tarafından basıldı. Çeviri ve yayımlanma süreci uzun senelerin ve Diaspora’daki birçok noktadan sağlanmış katkılarla ortaya çıkan uluslararası bir işbirliğinin ürünüdür. Awakening adlı İngilizce çeviri Ermenistan’daki bir Ermenice yayınevi tarafından da yayımlandı. Çevirinin basımı Sose and Allen’s Legacy Foundation başta olmak üzere çeşitli yardımlarla desteklenmiştir.

Burada eserin 4. cildine ait ilk birkaç bölüm aktarılmaktadır. Hikayenin sonlarına dair olan bu bölümlerde romanın ana kahramanlarından Levon Ermeni devrimi ve davası için yirmi sene harcamıştır. Kafkaslar’daki (Ruslar tarafından yönetilen Doğu Ermenistan) devrimcilerin safına katılmış, Rus yönetimi tarafından göreve getirilmiş bir yetkiliye karşı yapılan suikastte rol oynamış, ve daha sonra İran üzerinden yergire, yani memleketine (Batı/Osmanlı Ermenistanı) geri dönmüştür. Dönüşünde Levon fedayilerden oluşan bir çetenin lideri olmuş, birçok savaş ve çarpışmada yer almıştır. Onca zorluk ve Avrupa’da geçirdiği dönem de dahil olmak üzere yaşadığı pek çok serüvenden sonra Levon Ermeni Soykırımı sırasında patlak veren Şebin-Karahisar ayaklanmasına katılır. Şehrin düşüşünden sonra kırsala kaçar. Kendisine katılan Arakel ve çocuk yaştaki Garabed adındaki iki Ermeniyle birlikte Kürt yerleşim yeri olan Dersim’e varırlar. Romandan alınan kesitler bu gizemli bölgeye varışları ve meydana gelen bazı olaylar üzerinedir.

Malkhas’ın romanında kahramanlarının sığınmaları için Dersim’i seçmesi tesadüfi değildir. Dersim Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasi tarihinde daima sorunlu bir bölge olmuştur. Coğrafik olarak korunaklı konumu sayesinde İmparatorluğun geri kalanından ayrık ve yalıtılmış yerini muhafaza etmiştir. Bu sayede yerel halk kendine özgü kimliğini koruyabilmiştir. Alevi Kürt olan halk Ermeni kültüründen haylice etkilenmiştir. Birinci Dünya Savaşı patlak verip Osmanlı İmparatorluğu İttifak devletlerinin yanında savaşa dahil olduğunda Dersim halkı orduya katılmayı reddetmişti. Onları ikna etmekte başarılı olamayan ve ülkenin tam ortasında bir ayaklanmanın çıkmasından çekinen Türk hükümeti başlangıçta bu dirence karşı göz yummuştu.

Dersim pratikte hükümet idaresinin dışında kaldığı için, katliamlardan hayatta kalan ve süregelen zulümden kaçarak kendilerine sığınak arayan Ermeniler için de bir adres olmuştu. Zartonk’taki karakterler gibi çok sayıda Ermeni bu dağlara sığınmış, savaşın ve katliamların bitmesini burada beklemişlerdi.

Ancak Dersim Kürtleri bu durumu uzun vadede koruyamadı. Cephede durumlar kötüleşince Osmanlı hükümeti mecburi askerlik için daha sert bir politika izledi. Kürtler Ermenilerin başına gelenleri yaşama ihtimalinden ötürü daha çok endişe duyamaya başlamıştı. 1916’da Türklere karşı ayaklanmışlar (bu olaya burada aktarılan bölümde değinilmemektedir), ancak ayaklanma başarılı olmamış, Kürt aşiretleri toplu olarak topraklarından tehcir edilmiştir. Bu son olay olmayacaktır. Bir başka isyan, yaygın olarak bilinen ismiyle Dersim İsyanı 1937’de patlak verdiğinde, Kemalist Türk Cumhuriyeti’nin benimsediği politikalara karşı bir cevap niteliği taşıyordu. Bu isyan da 1938’de bastırıldı.

Malkhas’ın Dersim hakkındaki bilgisi yüzeyseldir. Kitabında yer alan bir dipnotta, bildiklerini Levon Luledjian’ın Hairenik’te yayımlanmış bir yazısına dayandırmaktadır. İlginçtir ki romanında Profesor Luledjian adında Dersim’de yaşayan ve Kürt aşiret reislerine akıl veren kaçak bir Ermeni’den bahseder.

Zartonk modern Ermeni edebiyatının en mühim eserlerinden biri olarak görülmektedir. Eser Ermeni Devrimi ve 19. yüzyılın sonları ile 20. yüzyılın ilk yıllarını kapsayan dönemde yaşamış Osmanlı Ermenilerinin hayatı üzerine oldukça ayrıntılı ve ince betimlemeler sunmaktadır. Burada okuyucuyla paylaşılan bölümler Batı Ermeni tarihine kısa fakat yakından bir bakış sunan birkaç örnektir sadece. Umarız bu eser okuyucuların Osmanlı Ermenilerinin deneyimlerinin ne denli büyük ve karmaşık olduğunu anlamasına yardımcı olur.

Bilgilendirme: Burada romandan aktarılan bölümler 2015’te yayımlanan İngilizce çevirisinde yer alan bölümlerle aynı değildir. Romanın İngilizce çevirisi Awakening yayımlanmadan önce gözden geçirilmiş ve kısaltılmıştır.

Bölüm I – Gündoğumu

Yazar: Malkhas (Ardaşes Hovsepyan)

Tarihi Ermenistan’ın yüksek dağlık coğrafyasında birbirini kesen sıradağlar tüm bölgeyi birçok ayrı parçaya bölmüştür. Bu sarp dağlar, içerisinde yer yer deniz seviyesinden bin ila iki bin metre yükseklikte irili ufaklı ve dışa kapalı alana ev sahipliği yapar. Dağlarla çevrili bu bölgelerden biri olan Dersim kendi coğrafik, etnik ve demografik özellikleriyle Anadolu’nun bütünsel yapısından ayrık, yalıtılmış bir konuma sahiptir.

Tarihi Dersim, Çemişgezek, Hozat, Ovacık, Kızılkilise, Kocakoç (Pakh), Mazgirt (Medzgerd) ve Çarsancak (Perri) köylerinden oluşur. Zaman içinde alçak yerleşim bölgelerinde Türk nüfusu artmaya başlamış, öte yandan diğer bölgelerdeki Ermeni ve Kürt nüfusu  bilhassa etnik yapısından ötürü Dersim’den ayrılmıştır. Örneğin Çarsancak (Perri) bölgesi Kürtleri veya Mercan ve Munzur sıradağlarının kuzeyinde bulunan Kürtler çok farklı mizaça sahip olup, merkezdeki Dersim halkından çok farklı bir karakter sergilerler.

Hikayenin geçtiği dönemde, yüzyıllardır süregelen gelenek ve görenekler üzerine temellenmiş hakiki Dersim, Ovacık, Mazgirt (Medzgerd), Hozat ve Çemişgezek’in doğu bölgelerinden oluşuyordu.

Kuzeyinde Mercan, Munzur ve Kalecik’in heybetli dağları, doğu ve batısında Murat (Aradzani) ve Fırat nehirleri, güneyinde ise yine Murat (Aradzani) nehri ve Sağman (Sahman) Dağları ile çevrilmiş Dersim binlerce yıllık sır perdesi geçmişi ile, bağımsız ya da kendine özgü yarı-bağımsız halde ayakta kalmayı başarmıştır.

Yüzyıllar içinde Türk hakimiyetinin bölge üzerinde büyük bir etkisi olmamıştı. Dersim İmparatorluğun bir parçasıydı ve imparatorluk sınırları dahilinde önemli bir noktada yer alıyordu, ancak üzerine kurulmak istenen hakimiyet sadece sözde kalmış, Dersim bağımsızlığını hiçbir zaman kaybetmemişti. Hatta Türkün silahla dize getirme çabalarını her daim boşa çıkarmıştı. Bu durumun bir kanıtı, yüz elli sene önce bölgede tanınan Mirakyan adlı Ermeni aşiretinin kendi parasını basmaya başlaması ve çevre köylerce yaygın olarak kullanımıydı.

Son yüz elli sene zarfında Türk hükümetinin defalarca Dersim’i zaptetmek ve asi halkını buyruğu altına alma denemeleri olsa da, başta kazanılan başarılara rağmen her bir teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bunun üzerine Osmanlı hükümeti bölgede sözde hakimiyetini korumakla yetinmiş ve Hozat’a, her ne kadar önem teşkil etmese de, bir temsilci atamıştı. Geçmişte olduğu gibi Dersim’in gerçek sahipleri hükümet tarafından atanan görevliler değil, Kürt aşiretlerinin başı olan büyük seyidlerdi.

Bölgede gelişip çoğunluk olan Ermeni halkının sadece küçük bir kısmı 1914’e gelindiğinde bölgedeki köylerde varlık gösterebilmiş, ancan halkın büyük bir bölümü yüzyıllardır yaşadığı topraklarda sayıca çoğunluk halini alan Kürtler karşısında asimile olarak milli özelliklerini kaybettiler. Yüzyıllarca bölgedeki Ermeni halkının daimi ve gerçek vatanı olan Dersim artık o geçmişe tanıklık eden yıkıntılar halindeki sayısız kilise, manastır ve keşişlere ait inziva yerleriyle doludur.

Dersimliler tarihteki Karduk ve Medlerden ve Ermenilerden oluşan karışık bir toplum olduğu kadar, dinleri de putperestlik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın ilginç bir karışımıdır. Şüphesiz Dersimlilerin dini inanışı üzerine en az etki eden din Müslümanlıktır.

Sade ve cahil olan dağlık bölge halkının dinsel anlayış ve inanışları da basit ve kolay anlaşılır düzeydedir. Doğayla iç içe geçmiş bir yaşam tarzına sahip ve geri kalmış olan bu halk için din komplike olmaktan uzak ve son derece yalındır. Halkın Müslüman inanışı zulümden kendilerini uzak tutmak için üzerlerine giydikleri bir giysi gibi dış görünüşten ibarettir sadece. Kuran, Ebubekir, Ömer ve Osman tarafından eklemeler yapıldığı düşünüldüğünden tam anlamıyla bir kutsal kitap olarak kabul edilmez. Keza günde beş kez namaz kılmak ve abdest almak gibi vecibeler yerine getirilmez.

Onlar için tanrı Ali’dir. İnanışlarına göre farklı zamanlarda farklı isimlerle dünyaya gelmiştir. Mezarları Kerbela’da bulunan Hasan ve Hüseyin ise gelmiş geçmiş en önemli imamlar olarak görülmektedir. Dersimli Kürt için dünya üstünde Türk’ten daha aşağılık bir mahluk da yoktur, öyle ki ‘domuzdan bile kirlidir’ onun için. Türk’e karşı varolan bu husumet yüzyıllardır süren ve bugüne dek devam eden Sünni-Şii çatışmasından kaynaklanmaktadır. Dersimlilerin Türk nefreti öylesine güçlüydü ki seyidler bulundukları dini toplantılarda çekinmeden kırk Türk öldüren bir Dersimli’nin bütün günahlarından arınarak doğruca göğe yükseleceği ve Hasan ile Hüseyin’in yanında yer alacağını vaaz ederlerdi.

Gündelik ev içi alışkanlıklarının dışında – örneğin hamurun üzerine haç şekli çizmek, Perşembe akşamları Ermenilere ait yıkıntı halindeki kutsal yerleri süslemek–, Hz. İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak kabul ediyor ancak önem sıralamasında Ali’den sonra sayıyorlardı. İsa’dan daha derin ve huşu içinde inandıkları Surp Sarkis vardı; Dujik Baba dağının yüksek tepelerinde yaşadığına inanılan Surp Sarkis, Kürtlerin tanımıyla Hızır, ateşten bir ata binmiş, Dersim’in kuytu ormanları ve sarp vadilerinde dolaşan çeşit çeşit canavar, cin ve ejdere karşı savaşırdı. Ateşten atının (kayalar üzerindeki farklı farklı büyüklükteki) nal izlerini Dersim halkı huşu içinde öper, taşların içine birikmiş yağmur veya kar sularını ise okunmuş şifalı su diye düşünerek toplar eve götürürlerdi. Çatışmaların en zor anlarında Dersimliler Surp Sarkis’in yardımına sığınır, “Ya Hızır Muradadu, ya Atlı Aziz” diye çağırırlardı onu. Her sene Şubat ayında Surp Sarkis’e adanmış üç günlük orucu tutarlardı. Ama belki de tüm bunlardan daha da önemli olan en kutsal yeminlerinin “Hızır değneği” üzerine edilmesiydi. Hızır değneği üzerine yemin edilmişse bir kere, kimsenin yeminini bozmaya cesareti olmazdı.

Hıristiyanlık dininin etkisi üzerine bu kadar bilgiyi yeterli sayıp geçelim putperestlik inancına ait izlerin günümüzdeki yansımalarına.

Dersim’in dini ve inançları hakkında bilgiler her ne kadar çok az ise de, eldeki birkaç bilgi üzerine araştırıp düşünen herkesin varacağı sonuç şudur: Dersim’deki dinsel algı üzerine büyük ölçüde etki eden şey putperestlik dönemden kalma bozulmuş inanış biçimleri, ritüeller ve adetlerdir. Dersimlilerin anlayışında yüksek dağların uç noktaları ‘Bizden daha iyilerin’ yaşadığı kutsal yerlerdir ve buraları selamlamadan asla yanlarından geçmezler. Örneğin, yolculuk eden iki kişi önlerinde Dujik Baba dağı beliriverdiğinde kucaklaşıp birbirlerinin omuzunu öper. Güneş, ay, yıldızlar tanrısal nitelik taşır onlar için. Yüksek noktalarda veya vadilerde bir başına sapasağlam duran sedir ağacı (muhalem) ve meşe ağacı gibi kendilerince kutsal olan ağaçları gördüklerinde gidip yürekten ağaçların gövdelerini öperler ve bir dertleri olduğunda dallarına bir bez parçası bağlarlar. Reinkarnasyona inanırlar, zira ölüm onlar için hayatın bilinen sonu değildir zira bir kuş veya herhangi bir hayvan bedeninde tekrar dünyaya gelinecektir. Bu kıyamet gününe dek bu şekilde devam edecek, o gün geldiğinde tanrı Ali herkesin cehennemde mi krallıkta mı yer alacağına karar verecektir. Evlerde ocaktaki ateşin sönmemesi için itina ederler, buna yazları üç ay boyunca hayvanlarıyla göçebe geçirdikleri dönem dahil değildir. Dersimliler sabah dualarını İslam dinin buyurduğu gibi Mekke’nin bulunduğu güney yönüne doğru değil, güneşi karşılamak üzere yüzünü döndüğü doğuya doğru yapar sade bir şekilde.

Dersimli Kürtler basit, kurnazca ve sert insanlardır. Başlıca besin maddeleri gılgıl, darı ve arpa unundan ekmek ve süt ürünleridir. Gündelik yaşar, gelecek hakkında fikir yürütmezler, ne de üzerine düşünmek isterler. Olduğunda boğazlarına düşkün, olmadığında ise ya çalar ya da komşununkini talan ederler. Misafirperverlik kutsal öneme sahip bir görev, atalardan kalma bir adet olarak görülür ve herkesçe uyulması zorunludur. Dersimlilerin evlerinin kapıları ve sofraları misafir karşısında daima açık olmalıdır. Gelen misafirin insanları denemek için gökten inip kılık değiştirmiş Ali olmadığını kim bilebilir?

Dersim coğrafik yapısı boylu boyunca uzanan sıradağlardan oluşur. Sadece Ovacık’ta uzunluğu anca yirmi kilometre ve genişliği iki-üç kilometre olan küçük bir düz ova vardır. Dolayısıyla Dersim halkının büyük bir çoğunluğu tarımdan ziyade, hayvancılıkla uğraşır ve çobanlık yapar.

Burada köyler genellikle ufak olup yedi-sekiz hanelidir, bilhassa bir otlaktan diğerine göç şeklinde geçirdikleri yaz aylarında. Hayvanların yetiştirilmesi sebebiyle köyler sayıca ufaktır ve bir haneden diğerine bağırarak seslenmek yaygın bir davranıştır. Evler oldukça kötü durumda olup toprak altı barakaları veya sazdan kamıştan yapılmış kulübe şeklindedir. Yalnızca Kürt ağalar, dini liderler ve zenginlerin evleri iki katlı taş evlerdir.

Birinci Dünya Savaşı patlak verip Osmanlı da var gücüyle savaşın içine atıldığında, Dersim Kürtleri, daha doğrusu aşiret ağaları veya seyidler görülmemiş bir birlik ve beraberlik içinde hareket ederek çekimser davrandılar. Molla Ali dağı üzerinden ülkenin en büyük askeri üssünün olduğu Erzincan’a sadece üç dört saat uzaklıkta olmalarına rağmen, ne Türk’ün yanında ne de ona karşı bir duruş benimsediler. Aşiret ağaları mevcut rollerinden şaşmayıp hükümetle pratik hayatta pek de bir önemi olmasa da iyi ilişkilerini muhafaza etmeyi tercih etti.

Türkler ülkenin merkezinde yer alan Dersim’in tüm imparatorluk için büyük bir tehlikeye dönüşebileceğinin farkındaydı. Bu sebeple Türk hükümeti başlarda çoğu kez rüşvetle veya göz dağı yoluyla ortak bir dil bulmaya çalıştıysa da, ağalar ne tek bir asker vermeyi ne de somut bir yardımda bulunmayı kabul ettiler. Yaptıkları tek şey vaat ettikleri sözleri yerine getirmemekti. Türk hükümeti tüm bunlara çaresizce göz yummak zorunda kalmıştı zira tam ülkenin merkezinde Kürtlerin yaratacağı yeni bir sorunla uğraşmak istemiyordu.

Dersim bu haldeyken, Levon, Arakel ve küçük Garabed Khaçaçur ve Munzur dağlarının arasında bulunan Ziyaret dağ geçidini geçtikten sonra bölgeyi kollayıp gözleyen Kürtler tarafından zapt edildiler.

Günümüzden bir Dersim manzarası. Fotoğraf: Cihangir Gündoğdu.

Ziyaret dağ geçidinin daracık yolu üzerinde bir saatten fazla süren yol sarp ve derin vadinin içinden geçerek Ovacık’a varır. Garabed’i sırtlamaktan yorgun düşmüş Levon onu bırakıp önden yürümeye başlamış, Garabed’i taşıma zahmeti Kürtlerden birine kalmıştı. İlerledikleri yol son derece dar vadinin belli belirsiz uzanan patikasıydı. Yol boyunca her iki tarafı sık ormanlık alanla kaplı olduğundan gecenin karanlığı daha da bastırıyordu. Vadiyi kaplayan ağaçların hışırtısının yanı sıra Munzur çayının çıktığı kaynaklardan biri akıyordu usulca.

“Şimdi bizi nereye götürüyorsunuz?” diye sordu Levon yanı başında yürüyen Kürt’e, “Daha çok yolumuz var mı?”

“Ada, bizim ağanın köyü…Aha şimdi geldik sayılır.”

“Kimdir sizin ağa?”

“Kasim oğli Muzur Begi,” dedi Kürt safça, ve Levon’u aklınca sakinleştirmek için ekledi: “İyi adamdır…Korkma ha…Ovacık’tan taa Hozat’a onun gibi bir aga daha yoktur… Hem yiğit adamdır. Emrinde üç yüz çakmaklı vardır.”

“Sen de mi askersin?”

“Ağa çağırsa, bir çarpışma çıksa eli silah tutan her Dersimli askerdir.”

“Neden kavga ediyorsunuz? Neye karşı savaşıyorsunuz?” diye sordu Levon.

Kürt uzunca bir müddet cevap vermeden yürümeye devam etti. Sonra birden durup çok önemli bir buluş yapmış gibi,

“Eh, ben ne diyim?...Ben bilmem, ağa bilir. …. Ağa gelin der biz çakmaklılar silahımızı alıp gideriz ağanın kapısına… Ağa der bilmem kim aşiretiyle çatışmaya gidecez, biz de gideriz…Hiç bize düşer kavganın sebebini sormak?...Tabii ki ağa bilir ‘kalkın gidiyoruz’ diyorsa. O diyorsa kavga var demektir.”

“Gidip adam öldürüyorsunuz veya siz canınızdan oluyorsunuz.”

“Eh kim kurtulmuş alınyazısından?...Hz. Ali ne yazmışsa o olur… Eger yarın öleceğin yazmışsa…istersen sen evinden çıkma, gelir seni bulur ecel.”

“O zaman bizi ağanın yanına mı götürüyorsunuz?”

“Ağa iki gün evvel Hozat’a gitti. Hükümet binasından çağırdılar. Bizim Seyid de yanında gitti…Ama Ana köydedir, onun yanına götürüyoruz…Ana ne derse o olur.”

“Ana kimdir?” diye sordu Levon merakla.

“Ana bizim Seyidimizin böyük hanımıdır,” diye açıkladı Kürt.

Yavaş yavaş gün aydınlanmaya başladığında hala yola devam ediyorlardı. Vadi giderek genişliyor ve uzakta Ovacık’ın doğusu görünüyordu. Epey ilerledikten sonra tüm Ovacık gözlerinin önünde beliriverdi.

Kürt Baba ve Munzur sıradağlarının kesiştiği noktadan doğan Munzur çayı batıdan doğuya doğru ilerlerken Ovacık’ı ikiye böler ve Dujik Baba dağlarına kadar uzanarak burada coşkun bir nehre dönüşerek Çarsancak (Perri) nehriyle birleşene dek dolu dizgin akar.

Dujik Baba’nın tepe noktasında güneş beliriverdi. O sırada iki Kürt yan yana gelip ellerini göğüslerinde birleştirip dua etme pozisyonunda hareketsizce kalakaldılar bir an. Sonra kucaklaşıp birbirlerinin omuzlarını öptüler.

Üç Ermeni ve onlara eşlik eden Kürtler Şeyh Munzur adlı köyün yakınından geçip yollarına devam ettiler. Ovacık gerçekten de her yerden yüksek sıradağlarla çevrili sarp bir vadilik bölgeydi. Burada Dersimli Kürtler çoğunlukla tarım, bazıları ise hayvancılıkla uğraşırdı. Bunun sebebi muhtemelen köylerin daha büyük ve kalabalık oluşundan, evlerin ise daha sağlam ve uygun yapısından kaynaklanıyordu.

Bir saatten fazla yürüdükten sonra, aslında nehir üzerine bırakımış kalınca bir kütükten ibaret tahta bir köprüden geçerek Ada’ya ağanın evine vardılar. Burası kırk haneli bir köydü. Köyün merkezinde Muzur Beg’in iki katlı taş evi yükseliyordu. Ağanın evinin hemen yanında, tek katlı ama genişçe ve kocaman bir bahçeyle çevrili ev ise Seyid Hasan’ınkiydi. Evin kapısı her Dersimlinin evi gibi açıktı. Kürtlerden biri içeri girdi, geri kalanlar ise kapının önünde sıra halinde beklediler. Seyid Hasan’ın hatunu ocağın yukarı kısmında halıya oturmuştu. Odadaki diğer iki kadın ise sacda ekmek pişiriyorlardı.

(Editör: Burada Ana hatun ve Ermeni misafirler arasında geçen kısa diyalog çıkartılmıştır.)

Günümüzden bir Dersim manzarası. Fotoğraf: Cihangir Gündoğdu.

(…)

“Ana” diye seslendi saygıyla Kürtlerden biri. “Emrini bekliyoruz…Ne dersin?...Bu Ermenileri bırakak mı?”

“Ya Ali ya Khıdır, ya Hasan ya Hüseyin,” diye dizlerini döverek öfkelendi Ana. “Bırakak mı?...Siz bırakasınız diye mi tutmuşlar bunları?...Yardıma muhtaç halda Dersim’e gelmiş Ermeni ne zaman Seyid Hasan’ın evinin kapısını kapalı bulmuştur?...Hayde! Hayde! Gidin işinize!...Onlar burda kalacak canları ne kadar isterse.”

Ermeni toplumunda papaz karısının nasıl saygın bir yeri varsa ve topluca bulunulan yerlerde kendisine gösterilen öncelik gibi Seyidin karısı da Dersim’de aynı şekilde karşılanırdı. Ana sadece halk tarafından saygı duyulmaz, aynı zamanda Seyidin olmadığı zamanlarda ona vekillik eder, Ananın kararı karar sözü sözdür ve herkesçe tartışmasız bir şekilde kabul edilir.

Levon ve arkadaşları Seyid Hasan’ın evinde üç gün kaldılar ve evde yaşayan diğerleri yani Seyidin iki çocuğu ve hizmetkarlar kadar rahat geçirirler. İkinci gün ise Levon köyde iki kaçak Ermeni gencine rastlar. Mucizevi bir şekilde Kemah’taki zulümden kaçmış kurtulmuşlardır. Bu gençlerin sayesinde köyde ayrıca iki küçük çocuğuyla kalakalmış bir anneye, iki kadına ve genç bir kıza da rastlarlar. Hepsi de tanıdıkları Dersimli bir Kürt’ün yardımı sayesinde aynı köyden kaçmıştır.

Bu kaçak Ermenilerin aktardıklarından Ovacık’taki köylere yayılmış az sayıda Ermeni olduğu, fakat güneydeki aşiretlerin köylerinde iki bine yakın Ermeninin yaşadığı bilgisi elde edildi. Bu duruma ek bir de ağalarının himayesinden bir şikayeti olmayıp yerlerinden edilmemiş köyün yerlisi Ermeniler mevcut.

Levon ve Arakel bir süreliğine kalmak için hali vakti yerinde olan bir Kürt’ün evine gittiler. Büyük bir koyun ağılı yapma işini üstlendiler orada. Küçük Garabed ise Ana’nın isteği üzerine Seyid’in evinde kaldı.

(Editör-Levon ve Arakel Kürtün evinde birkaç gün kaldıktan sonra Eylül sonunda Halvor’daki manastır taraflarına doğru gitmeye karar verirler.)

(…)

Ertesi sabah henüz gün ağarmadan, iki arkadaş bir iki gılgıl ekmeği paltolarının içine tıkıştırıp kalın meşeden sopalarını aldılar ve yola koyuldular. Yolu bulma gibi bir endişeleri yoktu zira Ovacık’ın içinden Munzur çayı boyunca ilerleyerek Halvor’daki manastıra ulaşacaklardı.

Dersim’in yollarını zaman zaman sık ormanların içinde kaybolan, dağların kayalıkları üzerinden geçen veya çoğu zaman da tümüyle gözden kaybolan bir patika yol olarak düşünmek gerek. Buranın yerlisi çoğunlukla yolunu zor bulur, dağların zirvelerini takip ederdi.

Pir Sultan köyüne vardıklarında öğlen olmuştu. Bu köyden doğan Munzur çayı bir yay çizerek güneye doğru akmaktaydı.

(Editör- İki gün bu köyde kalırlar ve daha sonra Halvor’daki manastıra doğru yollarına devam ederler.)

(…)

Kürtlerin tavsiyesiyle Şad Oğlu köprüsüne kadar çay boyunca gitmeyi, ondan sonra da direk Halvor’a giden yola devam etme kararı aldılar. İlk günü ormanda iki kez yollarını kaybettikten sonra Telig köyüne vardılar. Ertesi sabah ilk horoz ötüşüyle yola düştüler ve yarım günden daha az bir sürede Halvor’daki manastıra vardılar.

Bölüm 2 - Halvor veya Alevor [Erm. aksaçlı, ihtiyar] Aziz Garabed manastırı

Munzur ve İksor çaylarının birleştiği yerden yarım saatlik bir mesafede, küçük bir düzlük üzerinde bulunan eski manastır Dersim’in sayısız manastır ve kutsal yerleri arasında özel bir yere sahiptir. Halen iyi durumda olan yapı bölgedeki Ermeni ve Dersimli Kürtler için nam salmış bir hac yeridir.

Kalın duvarları, düz çatısıyla orta büyüklükte taş bir yapıdır Halvor manastırı. Bu yapısıyla Ermeni mimarisinde görülen manastır üslubundan farklıdır.

Dış görünümü kadar manastırın içi de yalındı. Mihraptaki dört şamdanlık, iki gaz lambası, abanozdan bir rahle, bir iki dua kitabı ve yerde eskimiş birkaç halıdan ibaretti. Son derece dar ve uzun pencerelerden zar zor ışık süzülüyor, kilisenin içi hemen hemen tüm Ermeni manastırlarında olduğu gibi yarı karanlıktı.

Halvor manastırının etrafı sekiz ile on haneden oluşmuş bir Ermeni köyüydü ve yüzyıllardır ayaktaydı. Geçmişte çok daha kalabalık olan köy hikayemizin geçtiği döneme gelene dek bu kadar kalmıştı. Mirakyan aşiretinden geldiklerini söyleyen Ermeniler kendilerini Halvor manastırının muhafazasından sorumlu varisler olarak görmekteydiler. Bunlar Kürtleşmiş Ermenilerdi ve konuştukları Ermeniceyi anlamak çok zordu. Dersimliler gibi giyinir ve yaşarlardı. Başkeşişlik ezelden beri babadan oğula geçiyordu ve manastırın şimdiki başkeşişinin okuma yazması yoktu. Sadece rahmetli babası henüz hayattayken kilise ritüellerini, İncili, duaları ezberlemişti ve bu şekilde de idare ediyordu. Manastırın kapıları halka senede en fazla üç dört kez açıktı. Seyidlik mertebesi gibi manastırın başkeşişlik mertebesi de babadan oğula geçen bir hak olarak görülürdü. Henüz yirmi bir yaşında ve şimdiden iki çocuk babası olan şimdiki keşişin ortanca oğlu babasının yerini alacak bir sonraki keşiş olarak kararlaştırılmıştı bile.

Dersim’deki Kürt seyidden dış görüntüsü itibariyle hiçbir farkı olmayan yaşlı keşiş manastırın girişinde koca bir taşın üzerine oturmuş yün eğiriyordu. Eğer köylülerden biri uzaktan göstermeseydi, Levon’un keşişi Kürt seyidden ayırt etmesi çok zor olurdu. Buraların adeti üzerine beyaz pantolon ve gömlek giymişti. Yün abası dizlerine ulaşıyordu, abasının ucunda da puşisi bağlıydı. Beline renkli bir kuşak bağlamış, başındaki kolosun üzerine de yine puşi sarmalamıştı. Ayakları çıplaktı, ağarmış sakalı açık göğsünü tamamen örtüyordu. Seyidle arasındaki tek fark, Seyidin elinden düşürmediği sazı olurdu, keşiş ise kirmen ile yün eğiriyordu.

(…)

Manastır ve evlerin bulunduğu düzlük alan devasa büyüklükte asırlık ceviz ağaçlarının arasında kalıyordu. Yerler ağaçlardan dökülmüş ve zaten tek tek kararmaya ve bozulmaya başlamış cevizlerle doluydu. Böylesine yoksul bir halk nasıl olur da ceviz gibi besleyici bir nimeti görmezden gelip çürümesine izin verebilirdi? Arakel eğilip yerden biri iki tane ceviz alıp kırmak istediyse de keşiş uzaktan bağırdı:

“Yok oğul! Kırma cevizleri günahtır…Bu ağaçlar kutsaldır… Dokunursan büyük günahtır…”

Akşam yemeği çökeleğin içine ufalanmış gılgıl ekmeği oldu. Sonrasında iki arkadaş mindere uzanıp dinlenmeye çekildiler. Arakel uzanır uzanmaz horlamaya başladığında, Levon gün boyunca görüp işittikleri hakkında düşünmeye başladı. Dersim şüphesiz dünyanın geri kalanından kopuk kendi halinde bambaşka bir dünyaydı. Burada iki halk yüzyıllarca beraberce yaşamış, örf ve adetler, inanç ve inanışlar, ve yaşama biçimi gibi birçok alanda birbirlerini etkilemişlerdi. Dersimli seyidlerin nasıl babadan oğula geçen bir sistemleri olduğunu düşündü, belki Ermenilerde de benzer dini bir tür idari şekil vardı. Keşişin anlattığına göre manastırın korunması ve keşişlik makamı kendi sülalesine verilmişti. Fakat bu görevlere en başta kimin karar verip böyle bir geleneği başlattığını ne kendi ne de bir başkası biliyordu.

Akşamüstü karanlığın çökmesiyle tüm aile toplandı, yeni gelen bu kaçak Ermenileri etraftaki evlerden de görmeye gelenler oldu. Ateşleri yoktu, ocağın ışığı tüm haneyi aydınlatmaya yetiyordu. Sofra örtüsü serilince ‘buyurun’ denmeden istisnasız herkes sanki kendi evindeymiş gibi sofraya oturdu.

(Editör – Levon ve Arakel birkaç hafta Halvor manastırı keşişinin misafiri oldular. Her gün köylülerin gündelik çalışmalarına katılıp yardım ediyorlardı. Levon ayrıca keşişin oğlu Sarkis’e Ermenice okumayı öğretiyordu.)

(…)

İki üç hafta içinde Sarkis okumayı sökmeye başladığında hem köyün Ermenileri hem de keşişin evinde geceleyen Dersimli yolcu Kürtler bu durumu şaşkınlıkla karşılamışlardı. Levon birgün keşişin eski dostu olan seyidle sohbet ederken, Hasan ve Hüseyin imamların şehit olma hikayesini anlatmış, sonrasında namı daha da yayılmıştı. Yolları buradan geçen seyidler bu yabancıyla tanışıp onu dinlemek için mutlaka keşişin evine uğramaya başlamışlardı. Levon onlara hayatın bir gizemi olmadığını söylüyor, onlardan daha iyi bildiği Hz. Ali’nin çocuklarının hikayesini anlatıyor, su gibi aktardığı İbrahim’in, İshak’ın ve Yakup’un zamanından bahsediyordu. Kutsal kitapların dilinden anlıyordu. Papazların ve seyidlerin yapamadığı bir şeydi bu.

Ekimin son haftasında Seyid Rıza’nın dört hizmetkarı bir öğle vakti Halvor’a vardılar. Seyidin en küçük oğlu Seyid Allo da onlarla yolculuk etmişti. Seyid Allo anca on dört yaşında irice ve uzun boylu bir delikanlıydı.

Seyid Rıza Yukarı Abasan (Abasdan) bölgesinin en güçlü aşiret reisiydi. Emrinde altı yüz silahlı askeri vardı. Tüm Dersim’de dini ve aşiret reisi olarak nam salmıştı. Emrindeki adamların Dersim’de eşi benzeri yoktu. Tanınan ve Ermenilere dost Seyid İbrahim’in oğlu ve selefiydi. Onun sayesinde köyünde sayısız kaçak Ermeni güvenli bir şekilde yaşayabiliyordu.

Seyid Allo ve rahbetleri manastır kapısının taşlarını saygıyla öptükten sonra, içeri girdiler ve keşişle kucaklaştılar. Adet gereği birbirlerinin omzunu da öptüler. Sonra ocağın yanına konmuş minderlerin üzerine çöktüler.

“Büyüğümüz Seyid Rıza size selamlar etti,” diyerek konuşmaya başladı hizmetkarların en yaşlısı. “Kendi Halvor’daki azizi bizzat görmeye onun ayağına gelecekti, eteğini ve taşı toprağı öpecekti, fakat geçen hafta atta düşerek ayağını incitmiştir. Bu seferlik aziz bağışlasın onun yokluğunu. Seyidimiz yabancı diyarlardan senin yanına gelmiş olan adamın namını duymuştur. Onun için dünyanın bir sırrı gizemi yoğ imiş, kutsal kitapların dilinden anlar imiş, bizim dilimize de aşina imiş. Seyidimizin oğlu Seyid Allo’yu onun kapısında yatsın deyu göndermiştir. Belki onun bilgeliğinden bir nebze nasiplenirse ona hayat boyu minnet borcu duyacak.”

Bu ricadan çok bir emirdi. Halvor manastırı ve köyü ve aslında tüm bölge Seyid Rıza’ya aitti ve buraların tek sahibi oydu. Keşiş elbette ki seyidin emrini seve seve yerine getireceğini söyleyip Seyid Allo’ya gözü gibi bakacağına söz verdi. Seyid Rıza’nın oğlunu bu önemli adamla tanışmaya gönderirken eli boş yollamadığını da belirtmekte fayda var. Seyidin hizmetkarları iki çuval buğday unu, bir çuval gılgıl, bir çuval arpa, iki teneke peynir, bir teneke yağ ve koca bir kapta getirdikleri balı ard arda içeri taşıdılar. Bilhassa Levon’a işlemeli bir aba, yünden bir gömlek ve pantolon, beyaz uzun bir kolos, iki ipek puşi, bir kuşak, Harput’tan getirtilmiş bir çift ayakkabı ve gümüş kaplı bir hançer göndermişlerdi. Tüm bu hediyeler büyük bir aşiret reisinin göstereceği cömertlikle gönderilmişti.

Akşamüzeri Levon ev halkıyla birlikte ormandan eve döndüğünde gördüklerine şaşakaldı. Rahbetlerle kucaklaşma merasiminden sonra Seyid Allo’ya seve seve okuma öğreteceğinin fakat bunun için Seyid Rıza’nın bunca hediye gönderme zahmetine girmemesi gerektiğini dile getirdi.

Bölüm 3 – Tanrısal mesaj

(Editör – Dersim’in Osmanlı hükümetince görevlendirilen adamı Şevket bey 15 Aralık’ta bölgenin Kürt ağalarını Hozat’ta bir toplantıya çağırır. Hükümetin Kürtlere karşı bir ültimatom sunacağı aşikardı. Bu toplantıdan önce ağalar nasıl bir tavır alacaklarını konuşmak için bir araya gelmeyi kararlaştırırlar ve Ergen (Yergan/Geçimli) köyünde Zeyno Zade Mustafa ağanın konağında toplanma kararı alırlar. Bu toplantıda Seyid Allo ve Levon da bulunur.)

(….)

Ergen (Yergan) köyünün hemen sınırında, genişçe bir bahçe içerisinde bulunan Mustafa ağanın iki katlı konağının bir benzeri yoktur Dersim’de. Büyükçe bir mutfak ve hizmetkarların odalarının bulunduğu giriş kat ağalarıyla gelmiş hizmetkar ve askerlerle dolmuştu. Mutfakta kadınlar kollarını sıvamış büyük tencerelerde yemekler hazırlıyor ve saclarda ekmek pişiriyordu. Bu esnada Mustafa ağanın hanımı gelinleriyle birlikte hazırlıkları kontrol ediyordu. Hizmet eden kadınların içinde kaçak Ermeni kadınlar da vardı.

(…)

Henüz yarım saat geçmişken oturma odası kapısının önüyle koridorda askerlerle hizmetliler arasında bir gürültü koptu. Birbirlerini itip kakıp yeni gelen birileri için yol vermeye çalışıyorlardı.

Kurişan aşiretinin en büyük reislerinden Seyid Hüseyin ağır ve sakin adımlarla kapıdan içeri girdi. Onun gelişi toplantıya katılan herkes tarafından sabırsızlıkla bekleniyordu. İçeride bulunan herkes ayağa kalktı. Ev sahibi Mustafa ağaysa gençliğinin enerjisiyle ayağa fırlayıp ihtiyar adamı karşıladı. Önce ellerini öptü, sonra kucaklaşıp birbirlerinin omuzlarını öptüler. Odadakiler Seyid Hüseyin’in etrafını sardı. Kimisi eteklerini öpüyordu, o ise onların omuzlarını öperek karşılık veriyordu. Seyid Hüseyin saygı uyandıran ve heybetli bir yaşlıydı. Geçkin yaşına rağmen sırım gibi boyu ve dimdik duruşu ile dini ve askeri lider karışımı bu seksenlik ihtiyar İncil’deki önderleri hatırlatıyordu. En çok da saygı uyandıran çehresi ve omuzlarına düşen saçları ve göğsüne dek inen ak sakalıyla dikkat çekiyordu. Sanki o şahin bakışlarıyla etkileyici suratı gümüş bir çerçeveden dışarı taşıyor ve bilgece bakan gözleri parıldıyordu.

Ocağın yanında büyük bir mindere bağdaş kurarak oturdu Seyid Hüseyin. Eliyle odadakilere de oturmalarını işaret etti. Herkes yerleşince toplantı başlamış oldu. Herkesin fikrini söylediği, kendini dinleyenleri ikna etmek için çabalanan sıradan toplantılardan biri değildi bu. Tek tük birileri konuşuyordu. Sanki düşünmek, kafa yormak ve dinlemek için bir araya gelmişlerdi.

Türk okulundan mezun genç bir Dersimli Hozat kaymakamı Şevket beyin mektubunu okudu. Sert bir dille yazılmış bir tezkereydi bu. Askerlik çağına gelmiş tüm Dersimlilerin hükümete teslim edilmesini, bölgenin genel olarak silahsızlandırılmasını, hükümetin istediği bazı ağaların tutuklanarak Hozat’a getirilmesini, ayrıca yerli ve sonradan bölgeye gelmiş olan Ermenilerin iadesi isteniyordu. Bu sonuncusu Dersim’deki huzursuzluğun esas sebebi olarak gösterilmişti.

Uzunca ve ağır bir sessizlik kapladı odayı. Dersimlileri tanımayan biri, Şevket beyin tehditlerinden korkmuş herkesin dilinin tutulduğunu sanabilirdi. Oysa odadakilerin hiçbiri kaymakamın Dersim’i zorla temizleme tehdidini ciddiye bile almadı. Kendileri ve çakmaklı yiğitleri daha ölmemişlerdi. Onları endişelendiren şey ise tüm ağaların bir arada hareket etmesi gerektiğiydi. Tüm gözler Seyid Hüseyin’e çevrildi. Kim bilir o ne diyecekti?

Uzun bir süre sessiz kaldıktan sonra Seyid Hüseyin başladı konuşmaya: “Biz Dersimliler, Türk’ün cehennemi boylayacağı güne değin onlara asker vermeyeceğiz…Biz tıpkı bizden önce atalarımızın yaptığı gibi dağlarımızda özgürce yaşadık…Evet, birbirimizle kavgalar etmişizdir, şimdi de ediyoruz…Ancak biz kendi elimizle ağalarımızdan birini o domuzlara teslim etmeyiz…Fakat şimdi şartlar değişmiştir…Tüm dünya savaşın içinde…Türk de asker toplamış Rus’un üzerine savaş açıyor…Dünya değişmiş halde…”

Ve sustu. Seyid Hüseyin yavaşça konuşmuştu. Sesini zorlukla duyabilmişlerdi. Öyle bir konuşmuştu ki sanki söyledikleri kendine ait değilmiş de odada görünmeyen bir varlık söylemişti…Odadaki herkes kıpırdamadan bekliyordu.

“Ya Hz. Ali ya Hasan Hüseyin,” diyerek güçlü bir sesle konuşmaya başladı tekrar: “Ey ağalar, unutmayın ki Türk domuzdan daha pistir, sahtekardır, arkadan vurur. Ömer ve Osman’ın torunlarıdır bunlar unutmayın. Cehennem ateşinde yansınlar, bir damla su verenleri olmasın. Silahlarımızı teslim etmemizi bekliyorlar, yiğitlerimizi yoketmek istiyorlar, böylece toprağımızı elimizden alacaklar. Dersim onların olsun istiyorlar, Dersimliler yok olsun istiyorlar. Ağalar size diyorum, biz Dersimliler birlik olup tek parça halinde hareket etmezsek sonumuz geldi demektir. Türk’ün arzusu bizi tek tek yok etmektir. Ne dersiniz ağalar?”

Yine ağır bir sessizlik oldu ama bu defa odadakilerin herhangi bir cevap veremeyecek olmasndan ötürü değil, zira her bir ağa kendinden daha büyük olanın söz alıp konuşmasını istiyordu. Bu adettendi.

Mustafa ağa ağır ağır, “Hz. Ali’nın ağzıyla konuşsun büyüğümüz Seyidimiz. Tüm Dersim tek bir adam gibi hareket etmek zorunda. Ben sözümü verdim, iş birliğine hazırım. Siz ne dersiniz ağalar?”

Seyid Hüseyin ve diğerleri ayağa kalkıp büyük pencerenin önüne yaklaştılar. Baktıkları yerden Ermenilere ait eski manastırın yıkıntılarıyla Surp [Aziz] Harutyun kilisesinin ayakta kalmış bir bölümü gözüküyordu. Seyid Hüseyin elindeki sopayı kilisenin duvarına yaslarmış misali, coşkulu bir sesle konuştu:

“Ya Hz. Ali, biz çocukların senin adınla Hasan Hüseyin imamların kutsal ismiyle, aha burada ant içeriz ki aramızda ayrılık olmayacak. Her birimiz el ele vermiş domuz Türk’e karşı dik duracağız. Bizlere verdiğin Dersim’imizi, hac yerlerimizi, manastırlarımızı, kutsal dağlarımızı göğüs gererek savunacağız. Her birimiz Hasan Hüseyin imamlar gibi, gerekirse şehit olur canımızı veririz ama pis Türk’ün toprağımıza girmesine izin vermeyeceğiz. Ya Hz. Ali senin üzerine yemin ederiz, yemininden döneni cezalandır, ocağını söndür, sözünden dönenin yerinde yurdunda bir daha dumanı tütmesin!”

Seyid Hüseyin’in bu sözlerinden sonra, adetten olduğu üzere her biri kucaklaştılar, birbirlerinin omuzlarını öptüler.

(…)

Sabah daha yeni ağarıyorken Mustafa ağanın konağı olağandışı bir hareketlilikle doldu. Gecelemek için köye dağılmış olan ağalar hizmetlileriyle birlikte geri döndüler. Avluda ve bahçede yüzlerce hizmetkar ve asker yumuşak minderlere otururmuşçasına karın üzerine oturmuş kahvaltı ediyordu.

Buz gibi soğuk ama parlak bir gündü. Güneş henüz yükselirken Seyid Hüseyin başkanlığında toplanmış ağalar evden dışarı çıkıp doğruca köyün güneybatısında bulunan Ergen (Yergan) manastırına doğru yola çıktılar. Arkalarından asker ve hizmetlileri ve köyün Kürt ve Ermeni köylüleri gitti.

(…)

Surp Harutyun kilisesi zamanında en görkemli kiliselerden biri olsa gerek. Yaklaşık olarak 13 metre genişliğinde ve 27 metre yüksekliğindeydi. Kubbesi ise ortalama yirmi metre yükseklikte olsa gerekti. Yarı yıkıntı haldeki bu kilisenin biraz ötesinde aynı şekilde harabe halinde başka bir kilise daha vardı. Onun da ötesinde taşa oyulmuş inziva yerleri, sayısız haçkarlar ve mezar taşları vardı. Kilisenin ayakta kalan duvarına oyulmuş yazıtına göre, görkemli Surp Harutyun kilisesinin yapımına 995 tarihinde başlanılmıştı. Bu hesaba göre 940 yıllık ciddi bir geçmişe sahipti.

Genel olarak Hozat, Kızılkilise ve Mazgirt (Medzgerd) çevrelerinde birçok manastır, kilise, mezarlıklar, khaçkarların varlığıdoğruluyordu. Aynı zamanda bu Dersim’in güney kesiminin yüzyıllar önce baskın olarak Ermeni yerleşim bölgesi olduğunun göstergesiydi.

Dersim Kürtleri için de bu eski kutsal yerlerin önemi büyüktü. Ermeniler gibi onlar da buraları kendilerine ait görüp yılın belirli günleri hacca giderlerdi. Perşembe akşamları buraları donatır, dualarını ya burada ya da uzaktalarsa o yöne doğru dönerek yaparlardı. Seyidler dini toplantılarını burada düzenlerdi. Tüm bunlar aynı şekilde Dersim Kürtlerinin atalarının yüzyıllar önce Ermeni olduğunun kanıtıydı. Geçmişten beri süregelen adetler, inançlar ve alışkanlıkları hala sürdürmekteydiler.

Ergen (Yergan) manastırının yarı harabe kalıntıları içinde Surp Harutyun kilisesi Dersim ve belki de tüm Dzopk bölgesinin tamamında yer alan manastır ve kiliselerinin içinde birincil öneme sahipti. Yanında bulunan estetik mihraplar ve ortasında yükselen kubbe, kalan üç duvarı ve kilisenin dış dehlizi yüzyıllar önce harap edilmiş ve şimdiki zavallı yıkıntılara dönüşmüştü. Ancak halen ayakta kalan küçük bir bölümü Ermeni mimarisine ait görkemli bir yapıdan kesit sunar nitelikteydi. Yüksek pencereleri ve zarif buğday başağı oymalarıyla bu kilise harabe halinde dahi Ermenileri gururlandırıyordu.

Dersim’de o yıkıntılar arasında yükselen görkemli duvarı görmeyen veya hakkında duymayan yoktu. Doğal olarak Türkler de burayı biliyordu.

(…)

Seyid Hüseyin Mustafa ağanın konağından ayrılarak Surp Harutyun kilisesine doğru yola çıktı. Oraya vardığında ayakta kalan o duvarın karşısında hareketsiz kalakaldı. Beş altı adım ötesinde diğer, mertebeleri daha yüksek olan ağalar diz çöküp yarım daire oluşturdular, karın üzerine oturdular, arkalarında da asker, hizmetli ve Ermeni ve Kürt halk yere oturdu. (…) Herkes yerleşince etrafı bir sessizlik kapladı. Tüm güruh tek bir adam misali oturduğu yerde hareketsiz öylece kaldı ve derin bir sessizlik içinde beklemeye başladı. Saygıdeğer Seyid Hüseyin beyaz giysileri, yüksek kolosu ve kar gibi beyaz saçları ve sakalıyla bir tapınak keşişini andırıyordu. Sanki tanrılarla spiritüel bir bağ kurmak için huşu içinde kurban sunağına yaklaşıyordu. Seyid Hüseyin elini kaldırdı, saygıyla elindeki asayı duvara dayadı. Kalabalık mutlak bir sessizlik içinde, hareketsiz seyidi izliyordu.

“Ya Hz. Ali,” diye başlayarak gür bir sesle dua etmeye başladı Seyid Hüseyin. “Göklerin ve yerin yaratıcısı, insana can veren ve ölümü gönderen, ey sen ki dünya ayaklarının altındadır ve evinin pencereleriyse yıldızlardır. Adaletin içinde biz değersiz kulların bu kutsal yere seni dinlemek için toplandık. Aklımız kısa ömrümüz sınırlıdır. Sense daima varsın ve olacaksın. Senin krallığın sonsuz adaletin sınırsız ve derindir. Ey Hz. Ali, babamız ve efendimiz, bugün biz kullarına bilgeliğinden bir kırıntı ver. Senin sözlerin adalet yolunda yolunu kaybetmiş ve iç huzuru bozulmuş bu halka yol göstersin.”

Seyid Hüseyin duvara yasladığı asayı kaldırmadan, başını kaldırmış, bakışları belirsizlik içinde kaybolmuş sanki tanrısal bir mesajı bekler gibi bir hali vardı. O esnada sanki Seyid ve kilisenin görkemli taşları tek bir vücut olmuştu. Ağalar ve halk derin bir inançla onun duasına ortak olmuş, gelecek olan tanrısal mesajı bekliyordu.

Üç dört dakika sonra o hareketsiz dinginlik ve sessizlik halkın üzerine ağır gelmeye başladı. Bu çok derin bir andı, zira dini liderleri direk tanrı Aliyle iletişime geçmişti. Bu mistik ve anlamlı dakikalar geçince seyid Hüseyin elindeki asayı aşağı indirdi. Sazını aldı ve bağdaş kurarak yere oturdu. Sırtı duvara dayalı başladı tekrar dua etmeye:

“Ya Hz. Ali, kainatın ebedi kralı, ya mahsum imamlar, Hasan Hüseyin, dinimizin ölümsüz şehitleri, bin kere bin lanet olsun kanınızı döken Türk’e…Ey sizler tanrının oğulları, dinimizin temeli olan siz tanrısal imamlar, ya hünker Hacı beg Daşveli, ya Ağuvekhir Ağuçan, ya Muradadu Hızır (Surp Sarkis) Atlı Aziz, ya Pirmen derviş Cemal…”

Bu Dersimlilerin bilinen duasıydı. Duada hızlı hızlı Hz. Ali’nin, büyük imamlar Hasan ve Hüseyin’in, diğer imamların, seyidlerin, azizlerin, pirlerin ve dervişlerin adları sıralanıyordu.

Seyid Hüseyin sazı göğsünde sıkıca tuttu. Hem çalıp hem söyleyerek tanrısal mesajı halka aktarmaya hazırlanıyordu.

Mutlak bir sessizlik anı daha oldu.

“Ya ulu tanrı Ali, ya tanrının oğulları Hasan Hüseyin imamlar. Sizedir sözüm hey Dersim halkı. Bilginiz kıttır, güzün dağlardaki ot misali. Kardelenin ömrü misali. Buğday tanesi misali. Zira sizler ölümlü bir kadından doğmasınız.”

“Mercan, Munzur, Kura Baba, bu toprakların kutsal dağları, buralarda yürür Hz. Ali ve tüm azizler. Dağların zirvelerine kutsal güneşin ışığı ilk kez düştüğünde oldukları yerde kalırlar. Binlerce sene geçti, binlerce sene gelecek ve geçecek. Ama bizim gibi yerlerinden oynamayacaklar. Onlar gibi Dersimlinin inancı sağlam olmalı. Atalarımızdan kalma kurallar, adetler ve inancımız var ve dağlarımız gibi sapasağlam kalmaya devam edecekler.”

“Ya Hz. Ali, ya Hz. Ali, ya Hz. Ali.”

Seyid Hüseyin sazını çalarken hem söylüyor hem de bir yandan ağlıyordu. Halk ona kitlenmiş şekilde dinliyor, dizlerini dövüyor, gözyaşı döküyordu. Bazen de şu ya da bu azizin ismini söylüyordu. Tüm bu farkli sesin içinde en yüksek çıkanı Seyid Hüseyin’inkiydi.

“He, hey Dersim halkı sizedir sözüm.”

(Editör- Seyid Hüseyin bir süre daha çalıp söyleyerek duasını sürdürdü. İmam Hüseyin’in Ömer ve Osman’ın zulmünden nasıl kaçıp kurtulduğunu ve nasıl Ermeni bir papazın yanına sığındığını anlattı. Osman’ın adamları gelir, papazın evinin etrafını sararlar. İmam Hüseyin’i teslim etmesini isterler papazdan. Papaz ise yedi yiğit oğlundan ilkini Hüseyindir diye teslim eder. Osman’ın adamları inanmazlar ama oğlunu kılıçtan geçirirler. Sonra ikinci oğlunu gönderir, o da aynı şekilde kurban gider. Bu şekilde altı oğlunu da feda eder. En sonunda Hüseyin’e benzeyen yedinci oğlunu da gönderir.)

(…)

Birden tuhaf bir huzur çöktü kalabalığın üzerine. Gözyaşları dindi, dövünmeler sona erdi. Herkesin yüzü Seyid Hüseyin’e dönmüşken, o ışıldayan başını kaldırdığında sıradışı ve derin bir huzur doğdu. Sakin ve ferahlık bir sesle halka seslendi:

“Göklerdeki ve yerdeki efendimiz Hz. Ali dedi ki, ‘Sözlerimi halka ilet ve onlara tüm toprağın, denizlerin ve göklerin Efendisi Tanrının söylediklerini söyle; Ermeni papazı İmam Hüseyin için evladına yaptığını sen de misafirperverliğini bekleyen Ermeniler için yap. Bu söze uymayanın yedi kere yedi sülalesi lanetlensin… Kabil gibi dünya üzerinde dolaşsın dursun. Rahat gün yüzü görmesin. Evinin ocağının ateşi yanmasın. Evinin yerinde otlar bitsin. Halkına söyle göklerin ve yerin efendisi ve tanrısı benim.”