Istanbul, 1920. Oturanlar: Elizabet Abrahamyan (anne); Abraham. Ayaktakiler: Avedis; Araksi (Kaynak: Carolann Najaryan koleksiyonu.)

Sesler

Avedis’in Hikâyesi – Bir Ermeni Çocuğun Yolculuğu

Avedis Albert Abrahamyan, Düzenleyen: Dr. Carolann S. Najaryan (Abrahamyan)
İngilizce’den Türkçe’ye Çeviren: Arlet İncidüzen

Önsöz

Dr. Carolann Najaryan, M. D.
Boston, 12 Mart 2014

Bu, 35 yıl önce babamın kasete kaydettiği hatıralarıdır. Mümkün olduğunca onun kayıtlarına ve kullandığı kelimelere sadık kalmaya çalıştım. Kayıt sırasında hasara uğramış kısımlar vardı ve ondan veya tarihi kaynaklardan duyduğum kelimeleri tahmin etmek durumunda kaldım.

Osmanlı Türkiyesi’nde Ermeni Soykırımı yaşanmaya başladığında babam daha 9 yaşında bir çocuktu ve 15 yaşında New York’a ulaştı. 65 yaşında emekli olduktan sonra hatıraları üzerine çalışmaya başladı. Hayatının hiçbir anında ailesinin ve kendisinin başına gelenleri düşünmeyi bırakmadı ve yaşadıkları hep zihninde canlı kaldı. Türkler tarafından Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ermenilerin başına getirilenleri anlamak adına tarih öğrencisi oldu. Devletleri adına böylesi bir zulüm ˗yerli Amerikalılar, Afrika kökenli Amerikalılar, Yahudiler ve başka halklara yapılanlar da dahil˗ uygulamaktan çekinmeyen insanları anlamak istiyordu. Özellikle Vietnam Savaşı’nın başında olanlardan ˗ve okuduğu köy köy tehcir edilme haberlerinden˗ çok etkilenmişti. “Bu, halkımın başına gelenle aynı şey… Bu, Türklerin Ermenilere yaptığı şey…” diyordu.

Şeyh Hacı köyü çevresinden bir manzara (Kaynak: Vahe Hayg, Harput ve Altın Ovası (Ermenice), New York, 1959)

Avedis’in Hikâyesi – Bir Ermeni Çocuğun Yolculuğu

1906’da, tarihi Ermenistan’ın parçası, Osmanlı İmparatorluğu’nun altı Ermeni vilayetinden biri olan Harput’un Şeyh Hacı [1] isimli küçük bir köyünde doğdum. [2] Sekiz yaşıma kadar orada yaşadım. Köyüm iki topluluğa ayrılmıştı. Türklerden ve Ermenilerden oluşuyordu. Bugün birer getto diyebileceğimiz ayrı mahallelerde yaşıyorduk. Resmi bir uygulama değildi, bildiğim kadarıyla hep böyle olagelmişti. Kiliselerimiz ve okullarımız buradaydı ˗Ermeni kısmında. Ermenilerin kendi aralarında ve Türklerin de ibadethanelerinin olduğu kendi mahallelerinde yaşaması gayet doğaldı.

Bütün ailem, anne ve baba tarafımın tamamı Şeyh Hacı’da doğmuştu. Babamın adı Sahag’dı. Ailesi iki isimde tanınırdı ˗Vassilov ve Huryan. Nasıl böyle oldu bilmiyorum ama adımızın diğer Ermeni isimlerinden farklı olması çocukken beni hep endişelendirirdi. Babam, 1909 yılında Birleşik Devletler’e gitmek etmek için gerekli evrakları hazırlarken Abrahamyan soyadını aldı. Ermenice isimlerdeki yan eki “oğlu” anlamına gelir ve bu sebeple soyadımız, babamın babası olan “Abraham’ın oğlu” anlamındadır.[3]

Şeyh Hacı, 1895 civarı, Avedis'in büyükbabası ve büyükannesi: Davit ve Altun Mateosyan (Kaynak: Carolann Najaryan arşivi)

Annemin soyadıysa Mateosyan’dı. Ebeveynleri, David ve Altun’un dört çocuğu vardı: annem Elizabet, diğer kızları Arşaluys ve iki oğulları, Mateos ve Mardiros. Genç delikanlı Mateos, babam ve diğer birçok Ermeni genci gibi Birleşik Devletler’e gitti. Oraya çalışmak ya da daha iyi eğitim almak için gittiler ve hepsi de geri dönmeyi planlıyordu. Mateos geri döndüğünde Mezreh’teki (bugün Elazığ) büyük Alman yetimhanesinde bir iş buldu. [4] Mardiros ve Arşaluys da evlendikten sonra Mezreh’e yerleştiler.

Harput Ovası'nda bulunan Şeyh Hacı köyü (Haritayı büyütmek için lütfen tıklayınız).

O zamanlar Mezreh’in nüfusu 16.000’di ve 20.000 nüfuslu Harput ilinin aşağısındaki vadide bulunuyordu. Mezreh, bölgenin ovalarından geçerek doğuyu batıya bağlayan tek yolun, posta yolunun iki yakasında kuruluydu. Harput ise ovalara bakan yükseklikteydi, kadim bir hisar şehri. Amerikalı misyonerler Harput’a 1800’lerin ortalarında geldiler ve Fırat Koleji de dahil olmak üzere kız-erkek çok sayıda Ermeni gencinin yüksek öğrenim gördüğü okullar ve kolejler kurmaya başladılar. Fransız ve Alman misyonerler de geldi ve okul, kolej, hastane ve yetimhaneler kurdular. Bunların hepsi Ermeni Apostolik kilisesinin mevcut olan birçok eğitim kurumuna ek olarak yapıldı. Harput ve civarı bir eğitim merkezi haline geldi ve birçok Ermeni gencinde kendini keşfetmenin yanı sıra büyük bir aydınlanma süreci başlattı.

Şeyh Hacı, 1910 civarı: Anna Bacı (Avedis'in babaannesi) ve yeğeni Hayganuş (Kaynak: Carolann Nacaryan arşivi)

Ne zaman Şeyh Hacı’yı düşünsem aklıma hep büyükannem Anna Bacı’nın canlı hatırası gelir. Neredeyse her işi becerebilecek kudrette bir kadındı. Tezgâhın başına geçip dokuma yapardı. Her türlü çömlek işinden anlardı. Kendisine getirilen kırılmış çömlek kapların hepsini onarırdı. Tarlaya gidip ne lazımsa getirirdi. Evdeki her işle o ilgilenirdi çünkü evde erkek yoktu. Kocası ölmüş ve tek erkek evladı babam da Birleşik Devletler’e gitmiş olduğundan, ailemizden ˗gelini ve üç torunu˗ o sorumluydu. Zeki, güçlü ve korkusuzdu.

Babam, onun ne kadar cesur olduğunu gösteren bir hikâye anlatmıştı bana. Birkaç Türk genci, babamı, köyümüzün tenha bir köşesinde sıkıştırıp dövmüş. Eve geldiğinde vücudunun her yeri yara bere içindeymiş. Büyükannem onun bu halini görünce sinirlenmiş ve neler olduğunu öğrenmek istemiş. Gerçeği öğrenince de aynı yere gidip o çocukları bulmuş ve her birini dövmüş. Çocuklardan biri öyle kötü haldeymiş ki eve gittiğinde babası ona ne olduğunu bilmek istemiş. Çocuk, Anna Bacı’nın kendisini dövdüğünü anlatmış. Köydeki herkes, Türkler de dahil, büyükannemi Anna Bacı olarak tanırdı.

O Türk, oğlunu kolundan tutup bizim eve getirmiş ve kapıyı vurmuş. Anna Bacı’ya seslenmiş. Büyükannem karşısına çıkmış ve sormuş: “Ne oldu?” Türk bağırıp çağırmaya başlamış: “Bunu ne cüretle yaparsın?” Büyükannemi tehdit etmiş. Büyükannem babamı getirip adama vücudundaki yaraları göstermiş ve şöyle demiş: “Buradan defolup gitmezsen, oğluna yaptıklarımın aynısını sana da yapacağım!” Adam tek kelime etmeden arkasını dönmüş ve gitmiş.

Annem neredeyse varlıklı bir aileden geliyordu. Erkek kardeşleri başarılı birer yapı ustasıydı, oysa babasını kaybetmiş, sadece annesi ve tek tük akrabası olan babama yetim gözüyle bakılıyordu. Yıllar sonra, teyzem Arşaluys bir sohbet sırasında şöyle demişti: “Annenin babanla evlenmesine razı gelinmesinin tek nedeni, büyükannenin cesur, becerikli, dürüst ve zeki görülmesiydi. Birleşik Devletler gibi bir ülkede olsa biraz eğitimle büyük bir kadın, belki de bir resmi görevli olabilir veya çok büyük işler başarabilirdi.” Sözünü esirgemeyen ve neredeyse her işi yapabilecek beceride bir kadındı ˗hepimizde böyle bir izlenim bırakmıştı.

Şeyh Hacı, 1911 civarı: Elizabet Abrahamyan (anne). Arkada, soldan sağa: Abraham ve Avedis. Önde, soldan sağa: Araksi ve Sam Mateosyan (Kaynak: Carolann Najaryan arşivi)

Babamın bir dayısı ve birkaç kuzeni Şeyh Hacı’da yaşıyordu. Dayısı Hampartzum Margosyan Birleşik Devletler’e gitmiş ve birkaç yıl sonra geri dönmüştü. Benim için o, süpermendi! Farklı giyinir, farklı konuşurdu ve anlatacak çok hikâyesi vardı. Saatlerce oturur ve bana polisler ile hırsızlar hakkında hikâyeler anlatırdı ˗ve ben hepsinden büyülenirdim. Eminim erkek kardeşim ve kız kardeşim de benim gibi hissediyorlardı. İyi bir eğitimi vardı (bildiğimiz kadarıyla) ve Ermeni Apostolik okulunda öğretmendi. Kendisi gibi öğretmen olan Ermeni bir kızla evlendiğini hatırlıyorum.

Babama gelince, eyercilikten sağladığı kazançla bizi gayet güzel geçindirebiliyordu. Anladığım kadarıyla iş olan her yere gidiyordu. Köy köy gezer ve sonra eve dönerdi. Babam hırslı bir adamdı ve daha büyük bir sermayeyle geniş ölçekte bir işe başlama düşüncesi vardı. Böylece ailesini bırakmaya ve o zamanlar sık görüldüğü üzere Birleşik Devletler’e gitmeye karar verdi ˗kısa sürede para kazanıp eve dönecek ve yeni bir girişimde bulunacaktı. Annemin basitçe anladığına göre Birleşik Devletler’de sadece üç yıl kalacaktı. Üç yılda yeterli sermayeyi biriktirme hayali gerçek olmadı. Böylece bir yıl daha kaldı, sonra bir yıl daha, ta ki savaş çıkana kadar ve ondan sonra da eve dönmesi tabii ki imkânsız hale geldi. Yine de eve, bize gönderecek bir para biriktirdi. Şeyh Hacı’nın aşağı kısmından, bir çiftçiye kiraladığımız bir tarla satın aldık. Her sene sonunda çiftçinin yetiştirdiği mahsulü paylaşıyorduk. Sonunda anlaşıldı ki babamın köye hiç dönmemesi iyi bir şeydi. Birinci Dünya Savaşı başladı, soykırım başladı ve şayet dönmüş olsaydı muhtemelen öldürülecekti.

İstanbul, 1920. Oturanlar: Elizabet Abrahamyan (anne), Abraham. Ayaktakiler: Avedis, Araksi (Kaynak; Carolann Najaryan arşivi)

Köydeki diğer erkekler de zanaatkârdı ˗bütün Ermeni erkekler. Sadece Ermenilerden bahsediyorum çünkü Türkler zanaatkâr değillerdi. Türkler savaşçı bir toplumdu. Askere alınıyor ve resmi makamlarda bulunuyorlardı. (Ermeniler orduya kabul edilmez veya resmi makama getirilmezdi.) En azından bizim bölgemizde çiftçi veya ayakkabıcı, kuyumcu, dokumacı, boyacı vs gibi zanaatkâr Türk çok azdı. Zanaatkârların hepsi Ermeni’ydi ve özellikle bizim köyde her türde zanaatla uğraşılırdı. Ayrıca köy köy dolaşıp kiliseleri süsleyen sanatkârlarımız da vardı. Çocuk aklımla yaptıkları işi çok güzel bulurdum.

Köyümüzde yaklaşık 150 hane yaşamaktaydı ve Ermeni gelenek göreneklerini sürdürmekteydik. Sadece Ermenice konuşurduk. Çalışma hayatı veya Türk biriyle konuşma dışında kimse Türkçe kullanmazdı.

Mezre/Mezire/Mamuretül-aziz, 1909. Avedis'in ebeveyni: Elisabet ve Sahag Abrahamyan (Kaynak: Carolann Najaryan arşivi)

Kendi kilise ve okullarımız vardı. Bu küçük Ermeni topluluğu iki mezhebe ayrılıyordu: Ermeni kralının Hıristiyanlığı kabul ettiği 4. Yüzyılda kurduğu, Ermeni Kilisesi’nin aslı olan Gregoryen veya Apostolik Ermeni kilisesi ve 1800’lerin ortalarında, Apostolik kilisesindeki bazı reformların yerine getirilememesi ardından kurulan Protestan kilisesi. Protestanlar, başlarda zor zamanlar geçirmiş olsalar da zamanla köyde kendi kiliselerini ve okullarını kurmuşlardı. Neredeyse ailemin tamamı Protestandı.

Pazar sabahları kiliseye çağrı için kenarlarında boru demeti olan bir demir parçası kullanılıyordu. Nasıl çalıştığını anlatmak isterim. Demir parçası ve borular için kilisenin çatısında bir yer ayrılmıştı. Her boru buradaki çengellere asılırdı. Tamamı yatay şekilde asılırdı. Orada iki kişi ellerindeki çekiçlerle yatay demire ritmik şekilde vururdu. Bu kilisenin ayin çağrısıydı ve adına goçnag deniyordu. Protestanlar ve Apostolikler aynı şeyi yapıyorlardı. Apostolik kilisesinde oturabileceğiniz sıralar ya da oturaklar yoktu yani ayin bitene kadar ayakta dururduk. Joğovaran (toplanma yeri) denen Protestan kilisesi binasında oturmak için minderler vardı. Kiliseye girerken ayakkabılarınızı çıkartır ve raflara bırakırdınız.

Köyümüzdeki eğitimi gelirsek, ilkokulumuz dördüncü sınıfa kadar eğitim veriyordu. Her sınıftan çocuğun birlikte ders yaptığı büyük tek bir sınıfımız vardı. O günlerde büyük sınıflara ne öğretiliyordu bilmiyorum. Benim bir alfabe kitabım, basit cümleler barındıran hece kitabım vardı ve buna benzer eğitim materyalleriyle eğitim görüyorduk. Bütün eğitimim bu. Yaz geldiğinde öğrendiklerimin hepsini unuturdum ve okul tekrar açıldığında her şeye baştan başlardım. Türk çocuklar da kendi okullarına giderdi. Eğitime pek az ilgi gösteriyorlardı. Türk çocukları açık havada toplar ve yere oturturlardı. Öğretmen, onlara yüksek sesle ders anlatır ve kitap okurdu. Sonra çocuklar öğretmenin söylediklerini tekrarlardı. Arada sırada onları dinlerdik.

Mezire/Mamuretül-aziz, genel görünüm (Kaynak: Mitteilungen aus dem Orient, Heft 8, 4. Jahrgang, Mai 1902)

Bütün zanaatların yanı sıra köyümüzde zanaat olmayan ama çok önemli bulduğumuz bir uğraş daha vardı: arıcılık. Bir sürü arı peteğimiz vardı. Aslında köyüm balıyla ünlüydü. Her evin sürekli etrafta uçuşan kendi arıları vardı. Arı kovanlarının nasıl birbirlerinden ayrıldıklarını izlemeyi ilginç bulurduk. Kraliçe arı, artık kovan bölünmesini gerektiren bir seviyeye ulaştığında kovandan ayrılırdı. Gider, başka bir ağacın dalına yerleşir ve takipçileri de onun peşinden aynı yere yerleşirlerdi. Sanki bir sürü salkım ağaçtan sarkıyormuş gibi görünürdü oysa hepsi de arıydı. Köylülerin elma toplama aletine benzeyen, ucunda bir torba asılı büyük tahta bir çubukları vardı. Onunla arı kümesinin tamamını torbanın içine almaya çalışırlardı. Onları yakalayıp kraliçe ve arılar için önceden hazırlanmış peteklere yerleştirmeye çalışırlardı. Başarılı olurlarsa, bal üretebilecekleri başka bir petekleri daha olacaktı. Bu petekler 300-400 arılık arı evleriydi.

Köyde biz oturmuş onları izlerken, insanlar etrafta dolanarak kovandan ayrılma olacak mı diye beklerlerdi. Arılar ayrılmaya başlayınca, köylüler onları dağılmadan yeni peteklere nasıl yönlendireceklerini bilirlerdi. Dikkatlice yönlendirilmezlerse etrafa dağılıp köyden uzaklaşabilir, bir dağın tepesine veya ulaşılmaz bir yere kovan kurabilirlerdi. Bir kovan arıyı elden kaçırmak, büyük bir kayıp sayılırdı. Arıları koruyabilirseniz, bayram edebilirdiniz çünkü üretiminizi bir petek daha artırmış olurdunuz.

Sonbahar mevsiminin sonunda petekleri açar ve balın çoğunu toplarlardı. Bal depolanacak ve fazlası da satılacaktı. Eğer köyde kendi kovanı veya parası olmayan haneler varsa, onlara biraz bal vermek zorundaydınız. Herkes böyle yapardı ve bu aileler de neredeyse herkes kadar bal sahibi olurdu.

Mezire/Mamuretül-aziz, genel görünüm (Kaynak: Mitteilungen aus dem Orient, Heft 8, 4. Jahrgang, Mai 1902)

Kimi ailelerin çiftlikleri ve dağın eteklerinde buğday tarlaları vardı. Aslında köyümüzden bütün bu tarlaları ve vadinin aşağısındaki çiftlikleri görebilirdiniz. Fırat Nehri bu tarlalardan geçerdi ve hayal edebileceğiniz en güzel manzarayı oluştururdu. Tarla sahibiyseniz ve bizim köyde yaşıyorsanız, tarlanızı ekip biçmesi için bir başkasına verirdiniz. O da hasat zamanı yetiştirdiği mahsulün belli bir kısmını size verir ve kalanı da kendisine ayırırdı. Vadinin aşağısındaki aileler ile köylülerin arasındaki anlaşma böyleydi.

Her ailenin evin ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek kadar besi hayvanı vardı, bir inek veya keçi. Ayrıca çok sayıda eşek vardı ve taşımacılıkta kullanılırlardı. Bizim bir ineğimiz ve bir keçimiz vardı. Köyde otlak olmadığından çoban, hayvanları toplar ve yaklaşık üç millik dolambaçlı bir yoldan vadinin aşağılarındaki çayırlık alana götürürdü. Günün sonunda, akşamüzerine doğru, kurulu saat gibi dolambaçlı yoldan geri gelirlerdi. Hayvan sürüleri köye doğru tırmanırken renkli bir görüntü oluştururlardı. Köye varıldığında hayvanlar herhangi bir yönlendirmeye ihtiyaç duymadan kendi evine yönelirdi ˗nereye gideceklerini gayet iyi bilirlerdi.

Hayvan sürüsü hakkında anlatacaklarımı bitirirken, 5-6 yaşlarında, bir yaz vakti başıma gelen bir olayı hatırladım. Yaz mevsimini bizimle geçirmek için Mezreh’ten gelen kuzenim Tom’la oyun oynuyorduk. Köye dönmekte olan sürüyü karşılamak için patika yoldan aşağı doğru yürümeye karar verdik ˗oğlanların yapmaktan hoşlandıkları bir şey. Hayvanlardan birinin sırtında köye dönmeyi umuyorduk. Bir katır buldum ve güzel bir sürüş hayal ederek hayvanın sırtına atladım. Ancak katır inatçıydı ve yerinden kıpırdamıyordu. Kuzenim hareket etmesini sağlamak için hayvanın arkasına bir diken batırdı. Katır öfkeyle ayaklarını yere vurdu ve beni arkasından aşağı fırlattı. Yere düştüm ve çenemi bir kayaya çarptım. Oluk oluk kanamaya başladı ve ben de yaygarayı kopardım. Canım çok acıyordu ve kanın görüntüsü ödümü patlatmıştı. Yakınımızda duran bir Türk’ün, tanıdığı birinin çok benzer bir kaza neticesinden öldüğünden bahsettiğini hatırlıyorum. Ona inanmıştım ve çok korktum.

Birisi, kanamayı durdurmak için biraz karanfil yakıp küllerini yaraya bastırmamız gerektiğini söyledi. Öyle yaptılar ve kanamam anında durdu ama acı hâlâ yerindeydi. Eve gidince doğru yatağa yöneldim. Yemek zamanı annem neden sofrada olmadığı öğrenmek istemiş. Tom, kaza geçirdiğim gerçeğini anlatmak zorunda kalmış. Annem geldi ve beni doğruca yataktan çıkardı. Beni, Mezreh’te Amerikan Koleji Hastanesi’ne [5] gidip birtakım ilk yardım metotları öğrenmiş bir komşumuza götürdü. Adam hemen yarayı temizledi, üzerine merhem sürdü ve çok daha iyi hissettim. Böyle şeyler yapmamamız gerekiyordu ve bu yüzden ne zaman başımıza bir bela açsak mümkün olduğunda saklamaya çalışıyorduk. Annem ve büyükannem, bize karşı çok katıydılar ve böyle şeyler yaşanmasından hoşlanmıyorlardı.

Loğ: Taş silindir (Kaynak: Manoog B. Dzeron, Parçanc köyü: [Ermenice] Bütün Tarihi (1600-1937), 1938 Boston)

Köyümüzdeki evlerin çoğunun duvarları tuğladandı ama Amerika’dakilere benzer bir tuğla değil. Çok daha dayanıksız ve güneşte kurutulmuş tuğlalardı. Bazı duvarlar taştan yapılmıştı. Çatı, üzerine kil çamuru kaplanmış ağır kereste, kütük veya dallardan yapılırdı. Çamur önceden kalıplanmış ve kurutulmuştu. Çamurun bileşiğinde her ne vardıysa çok işe yarıyordu; damın akıtmasını önlüyor ve içeri bir şey sokmuyordu. Her evin çatısında, yeni patikalar açmak için yuvarlayarak yerdeki otları ve taşları ezmekte kullanılan taşlara benzer çok ağır silindir bir taş olurdu. Bu taş silindirlere loğ denirdi. Köylüler, dam üzerinde bunu yuvarlayarak killi toprağı sertleştirerek çatıyı sağlamlaştırırlardı. Bu evlerin çatıları teras olarak kullanılırdı. Ev sahipleri üzerine yürüyebilir ve dans gibi sosyal aktiviteler düzenleyebilirlerdi. Hatta çatıda ateş bile yakarlardı ve yaz geceleri burada uyurlardı. Döşeklerini çatıya serip açık havada uyurlardı.

Pamuk tarağı, yay ve ok ile (Kaynak: Manoog B. Dzeron, Parçanc köyü [Ermenice] Bütün Tarih (1600-1937), 1938 Boston)

Evimiz, köyün en hoş evlerinden biriydi ve annemin yetenekli birer marangoz ustası olan erkek kardeşleri tarafından yapılmıştı. Mezreh’e taşındıklarında babam evi onlardan satın almıştı. Daha geniş odalara sahip ve iki kademeli olması dışındaki köydeki Ermeni evlerine benziyordu. Köydeki diğer Ermeni evlerindeki gibi bizim evde de açıkta büyük bir ocağımız vardı, yemek pişirme işi burada yapılırdı ve ekmek pişirmek için kullanılan tandır adında özel bir fırın olurdu. İçeride kışın kullanılan bir oda vardı ve kapalı teras da yazın kullanılırdı. Kış odasındaki göbekli sobanın bacası, oda boyunca ilerler ve pencereden dışarı çıkardı. Soba yakıldığında iyi bir sıcaklık verir ve her yeri ısıtırdı. Evlerin ayrıca katır, inek ve diğer hayvanların konulduğu ahırları da vardı.

Yemeğimizi, sadece yemek zamanı yere serilen alçak bir sofrada yerdik, yerdeki minderlere otururduk. Yemek gereçlerinin hepsi ahşaptı, çatal kaşığımız bile tahtaydı. Genellikle büyük bir tencere sofranın ortasına yerleştirilir ve herkes aynı kaptan yemek yerdi. Annemin inek sağmasını hatırlarım. Sütü sağdığı kabı alır, sütün bir kısmını bize içerirdi. Ilık ve lezzetli olduğunu anımsıyorum.

Akşamüzeri döşekler serilir, yataklar yapılır ve uyunurdu. Sabah, bütün yataklar derlenip toplanıp dolabın üzerine yığılırdı. Yağmur yağar mı diye bir endişe duymadan damda yatardım. Ara sıra şimşek çakardı. Mevsimler katiydi. Kış kışlığını, yaz yazlığını yapardı. Yaz aylarında yağmur yağmasını beklemezdik. Yazları sıcak ve kurak olurdu, öyle ki hemen hemen her şey güneş altında kolayca kururdu.

Dam üstünde uyumak ve gökyüzünü izlemek, Şeyh Hacı’daki hayatıma dair en sevdiğim anılarımdan biridir. Gökyüzü gün boyunca açık ve mavi olur, geceleri bütün yıldızlar görünürdü. Hayatımın geri kalanında, çocukken yatağımdan gökyüzüne bakarken gördüğüm kadar çok yıldızı ziyaret ettiğim hiçbir ülkede görmemişim gibi gelir bana. Hava temiz olurdu ve uyumak için girdiğim yatağımın içinden her şeyi görebilirdim. Bir sürü yıldız kayması gördüğümü de hatırlıyorum. Yıldızları saymaya başlar ve orada, yukarılarda neler olup bittiğini merak ederdim. Maziye dönüp çocukken neler düşündüğünüzü anımsayınca, o zamanlar dünyanın sadece gördüklerinizden ibaret olduğunu, görüp bildiğiniz şeylerin dünyanızı oluşturduğunu görüyorsunuz.

Hüseynik'teki dokumacılar (Kaynak: Mardiros Deranyan arşivi, NAASR, Belmont, Mass.)

Evimiz köyün batı tarafındaydı yani önünüzdeki peş peşe şelalelerden vadinin aşağısına doğru bakarken sağ tarafta kalırdı. Şelalelerin önünden köyün merkezine doğru uzanan sıradağlar başlardı. Aralarında büyük bir dağ vardı. Geceleri ay arkasından doğar ve neredeyse o dağın tepesinde kalırdı. Çoğu gece o dağa tırmanıp tepesinde durduğumu hayal edişimi hatırlıyorum. Eğer tepesine varabilirsem aya dokunabilir hatta belki de ayı yakalayabilirdim. Hafızamda o kadar canlı ki. Manzara çok güzeldi. Bunlar, köyüme dair çocuksu hatıralarım ve yerle bir olana kadar bütün dünyamı oluşturmaktaydılar.

Uzun yıllar sonra, Birleşik Devletler’de, 95 yaşında yaşlı bir adamdan, Krikor Krikoryan’dan köyümün çok güzel bir tasvirini duydum. Sağlığı gayet yerinde ve hafızası çok temiz bir adamdı. Köyümü, Harput’un en güzel yerlerinden biri olarak tarif etti: “Köy, sanki Budhha’nın kucağında oturmaktaydı ve Budhha’da da sırtını Mastar Dağı’na (deniz seviyesinden 2743 m yükseklikte) yaslamış, gururla orada oturuyordu. Budhha’nın dizinin dibinde lezzetli meyvelerin ve sebzelerin yetiştiği bahçeler uzanmaktaydı.” Havayı, köyümüzün görüntüsünü, Fırat Nehri’ni, vadileri, şelaleleri, değirmenleri ve köyümüzdeki diğer şeyleri anlattı. Köyümüze pek uzak olmayan Shaksnaval köyündeki Kürtlerin yetiştirdiği üzümlerden bahsetti. Üzümlerin çoğunun, köyümüzden alınan hizmetlere karşılık değiş tokuş edildiğini söyledi. Şeyh Hacı’nın zanaatkâr bir köy olduğuna dair izlenimimi doğruladı. Diğer köylerden işlerini halletmek ve bir şeyler satın almak için bizim köye geldiklerini söyledi.

Hüseynik. Ermeni bir aile cevizli sucuk ve pestil hazırlıyor (Kaynak: Mardiros Deranyan arşivi, NAASR, Belmont, Mass.)

Daha önce de söylediğim gibi evimiz köyün en büyük ve güzel evlerinden biriydi. Çünkü çok sayıda misafir ağırlardık: Ziyarete gelen rahipler, misyonerler veya diğer kilise görevlileri evimizde birkaç gün konaklarlardı. O zamanlar eve gelen misafire hürmet göstermek âdettendi ve kilerde sakladığımız kışlık erzak sadece misafire ikram edilirdi. Örneğin, peteklerimizdeki (28 peteğimiz vardı) balı topladığımızda, en berrak olan bal en iyisi sayılırdı ve ayrı bir kavanoza konup misafirler için saklanırdı. Çok sınırlı miktardaki şeker için de aynı şey geçerliydi. Misafir gelmesi evdeki çocuklar için mükemmel bir şeydi çünkü her şeyin en iyisi ikram edilmek için kilerden çıkarılırdı.

Yetiştirdiğimiz sebze ve meyvenin büyük bir kısmı kış için saklanırdı. Mesela bolca dutumuz vardı. Toplar ve koyu bir püre halini alana kadar pişirirdik. Sonra beyaz bir örtü üzerine yayar, kuruduktan sonra da örtüden ayırırdık. Pestil dediğimiz bu şey bir tür şekerlemeydi. Kayısı ve eriği de toplar, güneşte kuruturduk. Kendi yaptığımız yoğurdu bile güneşte kuruturduk; top şekli verilen yoğurt kaya kadar sert olurdu ˗kışlık hazırlıklar böyle yapılırdı.

Köyümüzde çok yüksek (yaklaşık 90 m) bir şelale vardı. Köyün alt kısımlarına da yeteri miktarda su ulaştırmak için kanallar açılarak akıntısı güçlü bir dere haline getirilmişti. Vadinin aşağı yamaçlarında bulunan bahçeleri sulamak için kullanılıyordu. Bu su ortak kullanılıyordu ve suyun yönünü değiştirip sulama yapmak için her bahçenin kendi günü ve saati vardı. Böylece her aile sudan faydalanabiliyordu. Su kullanılmadığı zamanlarda vadinin aşağısına doğru akıp iki su değirmenini çalıştırıyordu.

Köy evlerinde su yoktu. Köylüler dereye gidip kova ya da küplerle evlerine su taşımak zorundaydı. Yıkanacak kıyafetler de suyun, köyün yakılarından geçtiği yerlere götürülmeliydi. Çamaşır orada yıkanır, açık havada kurutulur ve toplanıp eve getirilirdi.

Kharpert / Harput ovasında gochnak kullanımı, Mezire (Mamuretül-aziz) Ermeni yetimhanesi (Kaynak: Sonnen-Aufgang, Heft 1., 15. Jahrgang, Oktober 1912)

Köyümüzün bazı âdetlerini hatırlıyorum ve biraz onlardan bahsetmek istiyorum. Bu örf ve âdetlerin birçoğu Hıristiyanlık öncesi çağlardan gelmekteydi. Ateşe tapınma günleri gibi hâlâ uygulanmakta olan pagan gelenekler vardı. Koca bir şenlik ateşinin yakıldığı bir bayram vardı. Bütün gün şenlik ateşi için hazırlık yaparak geçirilirdi. İnsanlar gece geç saatlere kadar gruplar haline ateşin etrafında dans ederdi. Tam bir şenlik günüydü ve bunu yapmaktan çok keyif alırdık. [6]

Hıristiyanlık öncesi çağlardan gelme bir başka gün de Vartevar’dı. Bu günde herkes birbirine ıslatırdı. Arınma günü gibi bir şeydi. [7] Yine, bu güne de büyük önem verilir ve bu gün dört gözle beklenirdi. Herkes birbirini ıslatırdı ve gün sonunda kimin en çok ıslanacağını beklerken pek eğlenirdik.

Büyük bir emek ve neşeyle kutlanan başka bir gün daha vardı. Bu güne Paregentan denirdi. Bu günde birçok kılığa girilirdi, en çok da hayvan kılığına. Bu da bizim için çok büyük bir gündü. İnsanlar türlü türlü hayvan kıyafetleriyle dolaşır, dans eder ve çok eğlenirlerdi.

Başka bir gelenek ise Paskalya dönemine denk gelirdi ki kesinlikle Hıristiyanlıkla alakalıydı. Paskalya’nın ertesi günü kutlanırdı ve Paskalya Günü diye adlandırılırdı. Renk renk boyanmış yumurtalar, insanların böyle günlerde buluştukları köyün toplanma yerine getirilirdi. İnsanlar birbirleriyle yumurta tokuşturmaya başlar ve kimin kazanacağını görmeyi beklerdi. Bazı köylüler bu çekişmelerde hile yapardı. Bir ucundan deldikleri yumurtanın içini kurşunla doldururlardı. Sonra yumurtayı öyle güzel kaplarlardı ki kimse farkı anlayamazdı. Böyle bir yumurtayla yarışmaya gerçekten de katılabilirlerdi. Ama nihayetinde gerçek anlaşılır ve ufak bir tatsızlık yaşanırdı. O gün ayrıca berber direklerine benzer bir sürü direk de boyanırdı ve en güzel süslemeleri yapanlar arasında yarışma düzenlenirdi. Yine bu da bizim için büyük bir gösteri ve şenlikti.

Ermenice Gağant dediğimiz Yeni Yılı da kutlardık. O gün çocuklar bir torba veya çorabı köydeki evlerin bacalarına asarlardı. Torbaların kuru üzüm, pestil, sucuk [8], yemiş ve tatlılarla doldurulması beklenirdi. Bu çocuklar için büyük bir eğlenceydi. Yeni Yıl’da Hampartzum dayının evine gittiğimi hatırlıyorum. Evde baca olmadığı için torbamı pencereden sarkıttım. O sırada uzaktan bir kuzeni Hayganuş ve karısıyla birlikte yaşamaktaydılar. İki kadın ve dayım torbanın bana ait olduğunu anlamışlardı, ben torbayı yukarı çeker çekmez kahkahayı bastılar. Elimi torbaya soktum ve elime soğan kabukları geldi. Dipte ne olduğunu görmek için daha derine gitmedim. Sinirlenmiş ve kendimi kaybetmiştim çünkü benimle alay ettiklerini sanıyordum. Büyük beklentilerim vardı ancak torbamı soğan kabuğuyla doldurduklarını sanmıştım. Torbayı aldım ve olduğu gibi yere döktüm. Torbanın dibindeki tatlıları ˗sucuk, pestil, yemiş ve diğer şeyleri˗ çok geç fark ettim. Yaptığım şey için gerçekten üzgün olsam da artık çok geçti.

Hüseynik (Kharpert/Harput Ovası): Yazın, evlerinin damında fotoğraflanmış Ermeni kadınlar (Kaynak: Mardiros Deranyan arşivi, NAASR, Belmont, Mass.)

Köy hayatımızı biraz daha ayrıntılı anlatmak istiyorum. Yapılacak bir iş olduğunda, aileler akşamları bir araya gelirdi. Hep beraber toplanır ve iş görürlerdi. Bu arada biri hikâye anlatır ve daha sonra da tatlı yenirdi. Yatma vakti geldiğinde herkes dağılır ve uyumaya giderdi. Bu âdet özellikle tarlalardan pamuk elması getirildiğinde çok işe yarardı. Pamuğu elmanın içinden ayırmak çok zahmet isterdi. Bu işlem bittikten sonra pamuk yumuşatılır, dövülür ve kabartılırdı. Özellikle bu işi yapan bir adam gelirdi. Bir yay ve ok kullanarak pamuğu kabartırdı. Çıkrıkla eğrilecek kıvama gelene kadar kabartmaya devam ederdi. Bu kıvama Ermenice kaşelu jamanag (çekme zamanı) derlerdi. Pamuk kabartıldıktan sonra kadınlar çok eski çıkrıklarla ip eğirirlerdi. Çıkrık çevrilir ve bunun sonucunda iplik açığa çıkardı. Büyükannelerin bu çıkrıkları çevirmelerini izlemek çok ilginçti. Pamuk toplama zamanı eğlenceliydi çünkü çocuklar dahil herkes katılırdı. Ben de birçok kez yapmıştım.

Köyümüzde fakirlik diye bir şey yoktu. Sadeydi ama fakirlik yoktu. Geçinmek için gerekli yiyecek ve diğer şeyleri temin etmeye gücü yetmeyenler, bunları başkalarından alırdı. İnsanlar gönüllü olarak bunları verirlerdi çünkü bu ahlaki bir sorumluluk olarak görülürdü. Bir ailenin babası yoksa ve yetiştirecek çocukları varsa eksikleri giderilirdi. Buğday toplandığında onlar da paylarını alırlardı. Şerbet yapıldığında veya peteklerden bal toplandığında, her ne toplanmışsa onlara bir pay düşerdi. Bunun sonucunda da hiç fakirlik olmazdı. Etrafta dolaşıp yemek için dilenen dilenciler olurdu ama onlar bizim köyden değillerdi, biz birbirimizi kollardık. Yemek için dilenenlere de tıpkı kendi köyümüzdeki düşkünlere verdiğimiz gibi yiyecek verirdik. Köye bir şeyler satmaya gelen seyyar satıcılar da olurdu. Üzüm ve şeftali gibi meyvelerden getirir, iğne, iplik veya yardayla satılan kumaşlardan alırlardı. Arada sırada başka yabancılar da gelirdi, fal bakan göçebe çingene grupları. Kimi kişiler onları hoş karşılayıp yiyecek hediye ederdi.

Çıkrık (Kaynak: Manoog B. Dzeron, Parçanc köyü: Bütün Tarihi (1600-1937) [Ermenice], Boston, 1938)

İki adet fırın küreği (Kaynak: Parsatan Der-Movsesian, Ermeni Köy Evi [Ermenice], Mekhitarian Press, Vienna, 1894; Rahip Harutyun Sarkisyan (Alevor), Palu: Gelenekleri, Eğitim ve Entellektüel Durumu [Ermenice], Sahag-Mesrob yayınevi, Kahire, 1932)

Bu noktada, ailemle alakalı en ilginç ve alışılmadık bulduğum bir gerçeğe açıklık getirmek istiyorum. İnançla iyileştirmekle ilgili. Ailem bu konulara nasıl bulaştı bilmiyorum ama görünüşe göre Abrahamyan ailesinin erkeklerinin iyileştirici bir rolü vardı. Bir şekilde şifacıydık, inançla iyileştirenler diyebilirsiniz isterseniz. Köylüler bu güçlerin kalıtsal olduğuna gerçekten inanıyor ve belli hastalıkları iyileştirebildiğimizi veya tedavi edebildiğimizi düşünüyordu. Erkek kardeşim ve ben, sırtlarında, nefes almalarını engelleyecek kadar çok ağrı çeken kişileri iyileştirmemiz için sürekli çağrılıyorduk. Bir tür zatürre olabilirdi.

Bir gece yarısı derin uykudan uyandırılıp, giyindirilip aceleyle zar zor nefes alan bir adamın evine götürüldüğümü hatırlıyorum. O gün ne yapacağımı veya ne söyleyeceğimi nereden öğrendiğimi hatırlamıyorum ama bir şeyler yaptım. Böylesi mucizevi bir iyileşme için neler yapmam ve neler söylemem gerektiğini hâlâ hatırlıyorum. Ayrıntıları şöyle anlatabilirim: Hasta bir adamın evine gittiğimde, bir tencerenin kapağına ve agiş adı verilen ocaktaki köz çengellerinden birine ihtiyacım vardı. Kapağı adamın sırtında ağrı hissettiği yere koyardım. Sonra agişle kapağa vurmaya başlardım. [9]

Bu işlem sırasında büyük bir gürültü olurdu ve adam şöyle derdi: “Kimsin sen?” “Ben, bir ağrı öldürenim” derdim. Sonra adam sorardı: “Nereden geliyorsun?” “Ağrı dağından geliyorum” derdim. Sonra bana ne yapacağımı sorardı. Ben de ona, içindeki ağrıyı söküp atacağımı söylerdim. Adam, “Yapamazsın” derdi. Ben yapabileceğimi söylerdim. Bu böylece, onun bana yapamayacağımı söylemesi ve benim ona yapabileceğimi söylemem şeklinde sürerdi. Sonunda kapağa daha sert vururdum, daha çok gürültü çıkardı ve şöyle derdim: “Bunu yapacağım ve Allah’ın izniyle onu senden çekip alacağım, onun kökünü kurutacağım ve sen artık ağrı çekmeyeceksin.” Bütün bunları yapardım ve sonra eve uyumaya götürülürdüm. İnsanlar bu tarz bir inanca sahip olsa da çok az kişi böyle iyileşiyordu.

Avedis bahçesinde, Sound Beach, New York, 1950'ler (Kaynak: Carolann Najaryan arşivi)

Köy hayatımızın büyük bir kısmını hatırladığım kadarıyla aktardığıma göre tabi olduğumuz yönetim biçiminde bahsetmek istiyorum. Sultan tarafından yetkilendirilmiş bir Bey vardı, Türk devleti tarafından atanmış, anımsadığım kadarıyla babadan oğula geçen bir unvandı. [10] Bey, köyün en güzel evinde yaşardı. Hiç orada bulunmadım ve de orayı hiç görmedim. Ama anladığım kadarıyla mermer mozaikleri, mermer avlusu, yüzme havuzu vardı ve eve su taşınmıştı. Hatırlatayım, köyümüzdeki bu saray yavrusu, bir arabanın bile çıkamayacağı diklikteki Mastar Dağı’nın yamacına inşa edilmişti. Mermer, kalas ve inşaat için gerekli malzemelerin hepsi belli ki eşek ve katırlarla yukarı taşınmıştı.

Hatırladığım kadarıyla bu Bey’in, köydeki herkes üzerinde büyük bir etkisi vardı. Bununla beraber Ermenilerin, Türk devleti tarafından resmi olarak atanmış kocabaşı denilen kendi liderleri de vardı. Yıllık vergilerin bu şahıs aracılığıyla toplandığı da belirtmeye değer bir bilgi. Her ailenin Türk devletine olan vergi borcunu ve devlete ödenmesi gereken vergilerin tamamı için köyün ne kadar üretim yapması gerektiğini o belirlerdi. Vergi toplayıcıları, birkaç silahlı polis veya jandarmayla köye geldiğinde onun evine gider ve toplananlar sayılıp onlara teslim edilirdi. Sonra köyden ayrılırlardı. Bu vergiler genellikle çok ağır olurdu ve köylünün gücü her zaman bu mantıksız miktarları karşılamaya yetmezdi.

Bir keresinde vergi toplayıcısının toplanan miktardan memnun kalmadığını hatırlıyorum. Türk görevliler, kocabaşına gidip istenen miktarı etraftan toparlaması için büyük baskı yaptılar. Onlara elinden geleni yaptığını ve ancak bu kadar toplayabildiğini söyledi. Tahsildar sinirlenmişti. Türk polisi onu ortalık yerde acımasızca falakaya yatırdı ve bu eziyet talep edilen vergi toplanana kadar devam etti. Bunu asla unutamam.

Bey ya da diğer adıyla Ağa, bir Türk ile bir Ermeni veya iki Türk arasındaki itilafları da çözerdi. Aslında bu mahkemelerde, doğruyu söylediğine kanaat getirmek için Kuran’a el basması kâfi sayılan bir Türk karşısında Ermeni’nin hiç söz hakkı yoktu. Memleketin bazı bölgelerinde bu aşağılık küçük idareciler yüzünden yaşanan büyük bir zulüm vardı. Mesela, düğünün ilk gününde, gelin, kocasıyla karı-koca olmadan önce Bey veya Ağa’yı ziyaret etmeliydi. [11] Memleketin birçok yerinde bunun gibi zulümler yaşanıyordu. Nihayetinde Ermeniler özgürlüklerine kavuşacakları günü iple çekiyorlardı ve büyük ihtimalle Türkler de bunun farkındaydı. Böyle olduğuna eminim.

Küçük köyümüzde herkes birbirine çok bağlıydı. Küçük bir topluluk olduğundan, evlilik yoluyla çok fazla akrabalık ilişkisi kurulmuştu. Birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve hatta beşinci göbekten kuzenler vardı. İnsanların birbirlerine teyze ve dayı diye hitap ettiğini duyardınız. Bu nedenle, çocuklar hep gözetim altında olurdu ve köyün fakirlerine destek verilirdi. Köyüme dair çok mutlu anılarım var. Sanırım 1914’te Birinci Dünya Savaşı ilan edilene kadar herkes mutlu ve mesuttu.

1915’in başlarında karanlık resim belirmeye başladı. Kadim memleketimizdeki Ermeni vilayetlerinde, bir köyden diğerine köylüler barışçıl, mutlu bir yaşam sürdüler. Ardından o felaket başlarına geldi ve barış dolu yaşamları bir daha düzelmemecesine bozuldu. Bu köylüler, onları ortadan kaldırmak ˗bir ırk olarak yeryüzünden tamamen silmek˗ için uygulanan tüm eziyetlerin nesnesi oldular.

  • [1] Şeyh Hacı. Harput ovasında bu isimde yan yana iki köy vardı: Aşağı Şeyh Hacı ve Yukarı Şeyh Hacı. Daha sonra Aşağıbağ olarak adlandırılan ilki, Fırat’ın doğusu (Murat Çayı) üzerinde kurulan Keban Barajı’nın suları altında kalmıştır. İkincisine ise Yukarıbağ denmektedir.
  • [2] Ermeniler, Harput Vilayeti deme alışkanlığındadır. Oysa 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Mamuret-ul-Aziz Vilayeti denmektedir.
  • [3] Aslında “yan” ekinin, tam olarak bilmem kimin oğlu anlamı yoktur, basitçe aidiyet bildirir.
  • [4] Osmanlı döneminde Mezre veya Mezire şehrinin resmi adı Mamuret-ul Aziz’di.
  • [5] 1909 yılında, Dr. Tracy Atkinson tarafından Mezire’de (Mamuret-ul Aziz) kurulan Amerikan misyonerlerinin hastanesi olduğu düşünülmektedir.
  • [6] Burada yazar, Ermenice Dyarınıntaraç denen ve İsa’nın 40 Günlükken Mabede Sunuluşu yortusu olarak Şubat ayında yapılan kutlamadan bahsediyor. Ayrıca Meled, Melemed, Derındas adlarıyla da bilinir.
  • [7] Hıristiyanlıkta Vartavar’a, İsa’nın Başkalaşım Yortusu adı verilir.
  • [8] Sucuk. Genellikle ipe dizilen cevizlerin üzüm şırasıyla kaplanıp kurutulmasıyla yapılan tatlıdır. Şeklinden dolayı sucuk denmektedir.
  • [9] Tandır çengelinin, kötülüğü alt eden bir alet olarak kullanılmasına başka Harputlu Ermenilerin anılarında da rastlanmaktadır.
  • [10] Beyler, Sultan tarafından atanmazlardı, Beylik resmi bir makam değildi. Bey ya da Ağa, bölgedeki etkili ve zengin konak veya arazi sahipleriydi. Genellikle Kürt’tüler. Osmanlı merkez yönetimleri bu yerel güçleri kazanmaya ve kendi maşaları yapmaya çalışıyorlardı.
  • [11] Birçok yerde evlilikler hakkında son sözü Beyler ve Ağalar söylüyordu. Bir Ermeni’nin rakip ağanın himayesindeki köylülerden biriyle evlenmesine izin vermedikleri de olurdu. Ancak yazarın, gelinin evlenmeden önce Bey’le beraber olduğu şeklinde yorumunun abartılı olduğunu düşünmekteyiz.