Amasya, 1911. 12 yaşında bir çocuğun S. Asdvadzadzin Kilisesi mezarlığına defnedilmesi (Kaynak: Mıkhitarist tarikatı, San Lazzaro, Venedik).

Amasya – Dini Gelenekler

Yazar: Lori Taşçıyan, 29/10/2021 (Güncelleme 29/10/2021) - Çeviren: Sevan Değirmenciyan

Amasyalıların günlük hayatı dini gelenek ve görenekler açısından zengindi. Milli ve ataerkil bu geleneklerden bazıları pagan dönemden miras kalmıştı. Dini bayramlar yanında, insan hayatının temel evrelerinde de bunlar uygulanırdı; doğum ve vaftiz, nişan ve düğün, ölüm ve defin.

Atalarının geleneklerine sadık olan Amasyalılar hayatın bu evrelerini önemle kutlama konusunda hassas olmuşlardır.

Söz

Evlilik çağına ulaşan Amasyalı bir genç, anne ve babası ile akrabaları namuslu bir gelin adayı bulmak için kollarını sıvardı. Bir aday bulunduğunda, onun da anne ve babası ile akrabalarının onayı gerekiyordu doğal olarak. Bu nedenle taraflar arasındaki görüşmeler bazen aylarca, hatta bir yıl boyunca sürebilirdi. Tüm bunlar olurken, erkeğin annesi gelin adayının fiziki özellikleri ile ilgilenir, onun kusursuz olmasına önem verirdi. Fiziki özelliklerini yakından kontrol etmek için ve Amasyalıların haftada bir kere muhakkak hamama gittiklerini de göz önüne aldığımızda, genç erkeğin annesi kızın hamama gideceği günü öğrenir ve aynı gün kendisi de orada bulunurdu. Eğer bu “sınavın” sonucu olumlu olsaydı, gelenek olduğu üzere “hamamlık iyidir” denirdi.

Genç erkeğin babası, vaftiz babası veya saygı gören herhangi bir akrabası kızın babasının ve akrabalarının fikrini öğrenmeye çalışırdı. Havanın olumlu olduğunu gördüklerinde, konuşmak üzere bazı kişiler kız tarafının evine gider ve günlük konuşmalardan sonra kızın anne ve babasına şöyle derdi: “Tanrı’nın izni, kilisemizin kanun ve geleneklerine göre, oğlumuz [ismi] ve kızınız [ismi] evlendirmek üzere rızanızı almaya geldik”. Kız tarafının en önce itiraz etmesi ve kızlarının henüz küçük olduğunu, ev işlerine aşina olmadığını, çeyizinin hazır olmadığını ve farklı sebepler ileri sürmesi adettendi. Nihayetinde kabul ettiklerinde şöyle derlerdi: “Eğer siz uygun görmüşseniz, dediğiniz gibi olsun”. Bu sözleri söyledikten sonra kız annesi kızının yanına, yani yan odaya gider ve misafirlere rakı, şeker, lokum, meze ve kahve ikram etmesini söylerdi. Odada bulunanlardan en büyüğü rakı veya likörü içmeden önce, temennilerini ve tebriklerini iletir, daha sonra orada bulunanlar sırayla “Gözünüz, gözümüz aydın, Tanrı kutsasın, Tanrı tamamına erdirsin, gözünüz aydın kalsın” derdi. Böylece söz töreni biter ve nişan tarihi kararlaştırılırdı. Kız tarafı teklifi kabul etmediği takdirde ise, istemeye gelen kişiler “Tanrı iki tarafa da hayırlı etsin” der, ayrılırdı [1].

Nişan

XIX. yy. Ikinci çeyreğinden önce nişan çok sade bir şekilde yapılırdı. Erkeğin anne ve babası ile akrabaları iki tepsi ile kız evine giderdi. Tepsilerden biri çiçek buketleri ile, diğeri ise şekerle süslenmiş olurdu. Altın takı şeker olan tepsinin ortasında olurdu. Erkek ve kadınlar ayrı odalarda misafir edilirdi. O zamanlarda yüzük töreni olmazdı.

Sonraki yıllarda bu gelenek Amasya’da bazı değişikliklere uğradı. Söz töreni sonrasında bir kuyumcu önce kız, daha sonra oğlanın evine gider ve hazırlayacağı yüzüklerin ölçüsünü alırdı. Erkek tarafı kızın, kız tarafı da erkeğin yüzük bedelini öderdi. Kız tarafı aynı zamanda kabul ve misafirperverlik masraflarını karşılar, erkek tarafı ise şekerleri ve altın takıları alırdı. Nişandan bir gün önce akrabalar şekerleme ile dolu tepsiyi en güzel biçimde hazırlar, tam ortasına ise ipek bir mendile geçirilmiş bir şekilde kızın alyansını koyarlardı.

Nişan töreni Cumartesi olurdu. Erkek tarafındaki akrabalar, kadınlı erkekli, bir kortej oluşturur ve kız tarafının toplantığı kız evine yollanırdı. Renkli ipek bir tülle kaplanmış şekerleme ve yüzük tepsisi kortejde yerini almış olurdu. Kız evinde bu tepsi dantelle kaplanmış ve salonda bulunan masanın tam ortasına yerleştirilirdi. Kız kendi ailesinden bir yeni gelinle masanın yanına gelir, vaftiz annesi de gelin adayının yanına gelir ve yüzüğü alıp kızın parmağına, altın takıları da boynuna geçirirdi. Gelin adayı başta damat adayının annesi olmak üzere, vaftiz annesinin ve orada bulunanların ellerini öperdi. Herkes temennilerini iletirdi. Bu sırada gençler büyük tepsilerle misafirleri ağırlardı.

Nişan kabulü bir kaç saat sürerdi. Erkek tarafı evden ayrılmadan önce, ortasında ipek bir mendile geçirilmiş yüzük bulunan ve şekerleme ile süslenmiş bir tepsiyi kız tarafından hediye olarak alırdı.

Daha yakın zamanlarda Amasya’da düğün günü kullanması için damat adayına altın zincirli altın saat hediye etmek de gelenek haline gelmişti. Bu yeni zamanlarda gelin ve damat adayları yüzüğü birbirlerine kendileri takardı. Bu tören sonrasında nışanlıların mektuplaşması veya farklı vesilelerle buluşması günah sayılmazdı artık.

Nışan törenine papaz da katılır ve bu bağı dua ile kutsardı. İki aile daha sonra düğün tarihini kararlaştırırdı [2].

Amasya’da yayımlanan “Amasya” gazetesinin 1911 yılına ait bir nüshasında nişan töreni tasvirine rastlıyoruz. Burada nişan töreninin kilisede yapıldığını görüyoruz. Tören, kilise ayininden hemen sonra erkek ve kız ailelerinin ve yakın akrabaların, papaz ve mugannilerin katılımı ile gerçekleşiyor. Kız ve erkek taraflarından gelen ve ipek mendile geçirilen birer yüzük olan nişan, absitte, beyaz örtülü bir masa üzerine konur. Ayini yöneten papaz nişan törenini kutsar, daha sonra bütün papaz ve muganniler hep birlikte ilahi söyler [3].

Düğün

Düğün hazırlıkları belirlenen tarihin haftasının Pazartesi günü başlardı. Kızın çeyizi önceden hazır olurdu. Düğün kıyafetleri için gerekli meblağı ve diğer masrafları erkek tarafı karşılamalıydı, duvak ise vaftiz anne ve babasının görevi idi. Çarşamba ve Perşembe davetiyeleri göndermeye tahsis edilmişti. Bazı ailelere davetiyeyi özel bir kişi şahsen götürürdü ve bu özel kişi genelde vaftiz babası olurdu. Cuma ve Cumartesi ziyafete ayrılmıştı. Aile, akrabalar, vaftiz babası ve annesi gece geç saatlere kadar mutlu bir havanın hakim olduğu düğün evine gelirdi. Misafirler geceyi düğün evinde geçirirdi. Yazılı davetiye yollama geleneğinin yaygınlaşmasından önce Amasya’da aile fertleri akraba ve tanıdıklara şahsen gider ve onları davet ederdi. Buna “dzenduk” yani “ses verme” denirdi [4].

Önceden davetiyeler el yazısıyla hazırlanırdı, Amasya’da matbaaların çalışmaya başladığı sonraki dönemlerde ise basılı davetiyeler hazırlanır.

Pazartesi akşamına kadar kız ve erkeğin aile evlerinde ziyafet olurdu. Akrabalardan bazıları kuzu, baklava ve farklı yemekler yollardı. Geline altın takılar hediye etmek de adetti. Düğün veya doğum vesilesi ile verilen hediyelere “töre” denirdi.

Ziyafet sırasında erkek ve kadınlar aynı odada, farklı farklı yerlerde olurdu. Erkekler özellikle bu vesile ile yerden 45 cm. yükseklikte uzunca bir ahşap sofra hazırlardı. Bu geçici softa etrafında orada bulunanlar bağdaş kurup otururdu. Masa üzerine örtüler ve “dolama peşkir” adı verilen uzun bir havlu serilirdi. Dolama peşkir, üzerinde küçük kareleri olan, beyaz-mavi renklerle Amasya yöresine has bir havluydu ve her ailede bulunurdu. Benzer bir sofra da kadın tarafına kurulurdu. Sazendelere ayrı bir masa tahsis edilirdi. Daha eski zamanlarda kadın ve kızlar erkeklerden ayrı, farklı bir odada yemek yerdi.

1) Episkopos Hovhannes Yetesyan. 1868-1877 tarihleri arasında Amasya-Merzifon Ruhani Önderi olmuştur. 1884’te vefat eder ve Amasya’ya defnedilir.
2) Amasyalı Papaz Diradoryan. Samsun’da ruhani görevde bulunmuştur.
3) Rahip Sahag Odabaşyan. 1905’de Amasya ruhani önder vekilliğine atanmıştır.
(Kaynak: Mıkhitarist tarikatı, San Lazzaro, Venedik).

Asıl düğün Cumartesi, erkeğin evinde başlardı. Buna “ergenler” adı verilirdi. Bekarlar arasından seçilen “ergenbaşı” o gün yapılacak servisi idare ederdi. Damat onun beline Keşan ipeğinden yapılan bir önlük olan bir Keşan peştemali bağlardı. Ergenbaşı da başka gençler seçerdi: Onların beline ise yerel önlükler bağlanırdı. Bu kişiler hizmet sırasında kendisine yardım edecek olanlardı.

İlk olarak sofralara sini burma börek, farklı tatlı hamur işleri, mezeler ve rakı konurdu. Orada bulunanlar rakı bardaklarını tokuşturup (toka adı verilirdi bu tokuşturmaya) temennilerde bulunur ve darısı bekarlara derdi. Daha sonra sofraya zerdeli et, paça ve farklı turşular gelirdi. O sırada evin fırınında karnı pilav doldurulmuş kuzu kebap hazır edilirdi. Ağzında maydanoz bulunan pişmiş kuzu tepsiye konur ve masaya getirilirdi. Sofra başı kebabı keser ve dağıtmaya başlardı. İlk önce vaftiz babası ve vaftiz annesine verilirdi.

İlk kadehi ergenbaşı kaldırır ve vaftiz babası ve vaftiz annesinin şerefine içip bir devrimci kahramanın şarkısını söylerdi. Bu şarkı genelde Rafayel Badganyan’ın şarkı olarak bestelenen şu şiiri olurdu:

Eğer beyaz saçlarım kararsaydı,
Kuvvetim geri gelip, kuvvetlenseydim,
At biner, bıyıklarımı burup,
Elime bir kılıç alır savaşa giderdim. [5]

Şarap bolca içilir, şarkılar, müzikler ve danslar başlar, mutlu ve bol bir iklim oluşurdu. Bu kadar olmasa da aynı zamanda kız evinde de ziyafet olurdu.

Cumartesi sabah vaftizannesi gelin adayını hamam götürür. Gelinlik çağda olan basşak genç kızlar da onlara eşlik eder. Akşam ise vaftizbabası gençleri alır damat adayını hamama götürürdü. Bu törene “Damat hamamı” denir ve çok eğlenceli olurdu.

Cumartesi akşamı damadın evinde “kına oynatma” töreni yapılırdı. Kına hamam tasına konur ve dans ve müzik sırasında orada bulunanların çoğu bu tası kafalarında tutup dans ederdi. Damat kardeşinin serçe parmağına kına sürülürdü, kalan kına ise gelin evine gönderilirdi. Orada gelin ve isteyenler serçe parmaklarına kına sürerdi Eski zamanlarda gelinin topuğunu, ayak parmaklarını ve ellerini de kına ile nakışlarlardı. Damat kardeşinin düğün boyunca özel bir görev olduğunu belirtmek isteriz burada. Kelimenin tam karşılığı olarak damadın kardeşine işaret etmezdi. Damat kardeşi düğün boyunca damada eşlik eden ve ona yardımcı olan bir çocuk veya gençti. Bu çoğu zaman damadın vaftizbabasının oğlu olurdu.

Düğün kıyafetleri, genelde ceviz ağacından yapılan boş çeyiz sandığı pazar sabahı damat evinden kız evine gönderilirdi. Sandığın anahtarı küçük bir çocuğa verilirdi. Çocuk ancak küçük bir hediye karşılığında bu anahtarı geline teslim ederdi. Hanım ve kızlar gelinin çeyizini özenle sandığa yerleştirmeye başlardı.

Pazar günü erkek evinde damat traşı adı verilen ritüel gerçekleşirdi. Bir berber gelir ve sırayla vaftiz babasını, daha sonra damat adayını ve tüm dileyenleri traş ederdi. Bu törene bir orkestra ezgilerle katılırdı. Bir şarkıcı her bir traş olan kişi için övgü dolu bir şarkı söylerdi ve karşılığında para alırdı. Para, santur çalan kişinin çalgısının üzerine konurdu.

 Pazar akşam ayininden sonra kilisede çeyiz ve gelinlik kıyafetlerin kutsama ayini gerçekleşirdi.

Pazar günkü ziyafetten sonra, akşam başlayıp gece geç saate kadar süren damat giydirme töreni yapılırdı. Damat iç çamaşırlarıyla durur, etrafında bulunan erkekleri sırayla kendisini giydirir ve her defasında bir kıyafet giydirdiklerinde her beraber bir ağızdan “Tanrı kutlu kılsın” haykırırlardı [6].

XIX yy. ilk çeyreğine kadar, Amasyalı damat düğün günü başına püsküllü bir fes takar, meles adı verilen ipek bir gömlek, üzerine yelek ve kolalı yaka giyinirdi. Yeleğin üzerine Bursa ipeğinden hazırlanmış bir ceket giyinir, beline ise Gürün işi bir kemer bağlardı. Ceketin üzerine mavi yünden mintan giyinirdi. İç çamaşırı üzerine damat mavi yünden bir pantalon giyinir, ayaklarına ise çorap ve lapçin galoş ayakkabı geçirirdi. Boynundan köstekli saat asılı olurdu. Bu düğün kıyafeti tarzı zamanla değişir ve daha batılılaşır. Nihayetinde tüm bunlardan geriye kalan püsküllü festi [7].

Gelinler ise XIX yy. ortalarına kadar sade ipek kumaş üzerine gümüş tellerle işlenmiş bir etek giyerlerdi. Gelin beline işlenmiş ve gümüş tokalı bir kemer takardı. Etek üzerine gümüş iplikle işlenmiş bir ceket giyinirdi. Bu elbise bütününe gaba adı verilirdi. Gelin başında kısa fese benzeyen ve zanaatkarların ince bir tahtaynın içini oyarak yaptıkları bir başlık takardı. Ahşap bu başlık renkli ipeklere sarılmıştı ve dingil adı verilirdi. Üzerinden gelinin sırtına kadar ve yüzüne renkli, sade ipek bir tül bırakılırdı. Ayağında çorap ve işlenmiş ipek terliğe benzeyen ayakkabılar olurdu. Gelin baştan bacaklarına kadar renkli, sade ve yoğun işlenmiş ve genelde vaftizannesinin hediyesi olan bir ipek tülle örtülü olurdu. Gelinin bel kemerini ağabeyi üç kere şöyle tekrarladıktan sonra takardı: “Bir senin gibi, iki benim gibi”. Bu aslında bir temenni idi ve “her bir kız evlat için iki de oğlan doğurasın” anlamını taşırdı. Gelini tümüyle giydirme görevi ise vaftizannesine aitti.

XIX yy. yarısından itibaren damatlıklarda olduğu gibi gelin kıyafeti de batılılaşma etkisi altındadır. Gaba yerine artık koyu mavi veya kırmızı kadife üzerine gümüş iplikle işlenmiş ve çiçeklerle süslenmiş yukarıdan aşağıya bindallı adı verilen bir kıyafet vardır. Bunun üzerine ise aynı malzemeden hazırlanmış bir ceket giyinie, bele ise yeniden aynı malzemeden yapılmış bir kemer takarlardı. Başlık olarak eskinin dingili yerine gelin işlenmiş ipek bir tül takardı. XIX yy. sonunda Amasya’da gelinlik tamamen Avrupa tarzıdır artık [8].

Gelin ve damatın giyinme törenleri bittiğinde, gece yarısından iki saat sonra gelini almak için hazırlıklara başlanırdı. Başında yanan çalılar tutan bir gencin olduğu bir kortej hazırlanırdı. Arkasından vaftizbabası, hanenin diğer fertleri, erkekler, arkalarından ise kadınlar, çocuklar ve sazendeler yürürdü. Bu ekip gelin adayını eviden alıp, düğün merasimi için kiliseye götürmeliydi. Kortej gelin evine vardığında, evin kapısı kapalı olurdu. Bir kaç kere kapıya vururlardı, fakat açan kimse olmazdı. Burada kapının arkasında duran bekçiye para verileceği sözü verilirdi. Bu sözden sonra kapı açılır ve kortej salona girerdi [9].

Gelenek olduğu üzere, erkek tarafından gençler kız evinin kümesinden hindi veya bir kaç tavuk çalmayı dener, kız tarafından gençler ise buna karşı durmaya gayret ederdi. Nihayetinde muhakkak bir hayvan çalınırdı. Tavuğun veya hindinin ayaklarını uzun bir çubuğa bağlar, uçlarını omuzlarına koyar ve bir mum yakıp kortejin yeniden sokağa çıkmasını beklerlerdi.

Bir kaç saat kız evinde kaldıktan sonra, kiliseye gitme ve düğün ayinini yapma vakti gelirdi. Kız tarafı adet olduğu üzere kiliseye gitmezdi. Fakat gelinin temsilcisi olarak akrabalar arasından iki erkek ve iki kadın seçilir ve onlar tüm ayine katılırdı. Damat kız eviden çıktığında kayınvalide damadın ve damat kardeşin koltuk altlarına büyük ve küçük iki kete yerleştirirdi. Gelin alayına damadın ekibi önderlik ederdi: En önden ellerinde mumlar tutmuş iki kız çocuğu gider, onların arkasından gelin giderdi. Gelinin yanında vaftizannesi, damadın annesi, gelin tarafından ayine katılacak olan kadınlar, aynı zamanda erkek tarafının tüm kadın ve kızları olurdu. Hepsinin elinde yanan mumlar vardı. Gelin alayının peşinden damat alayı gelirdi. En önde damat, yanında damat kardeşi, damadın babası ve vaftiz babası giderdi. Diğer erkekler ve sazendeler bu ekibi takip ederdi. Daha eski zamanlarda gelinin bir at üzerine bindiği ve üç delikanlı tarafından kiliseye götürüldüğü anlatılır. Onlardan biri atın dizginini tutardı.

Gelin evinin önünde ve kilise yolunda sazendeler ve şarkıcılar düğün için besteledikleri şarkıları söylerdi. Onlardan muhafaza edilenlerden birinin Türkçe harflerle Ermenicesi ve Türkçe tercümesi (sağ sütünda) şöyle:

Yegan turı şıkhşıkhtsutsin,
Anuş kunen artıntsutsin,
Çiçi pesan temıs antsutsin,
Çiçiov, vosgiov zis khapetsin.n.

Mi lar mayrig, mi lar,
Yes noren gu kam,
Aysor tek gertam,
Vağı çift gu kam.

Mi lar ağçig, mi lar,
Hars arink kezi,
Çiçiov, vosgiov,
Khapetsink kezi.

Gelip kapıyı çaldılar,
Tatlı uykumdan uyandırdılar,
Et damadı önüme koydular,
Et ve altınla beni kandırdılar.

Ağlama, anne, ağlama,
Ben tekrar gelirim,
Bugün tek giderim,
Yarın çift geleceğim.

Ağlama, kız, ağlama,
Seni gelin aldık,
Et ve altınla,
Kandırdık seni.

Düğünde söylenen Türkçe şarkılardan biri de şöyleydi:

Duz ğaçını duzsuz koyan,
Kız evini ıssız koyan,
Anasını kızsız koyan,
Böyük evi ıssız koyan.

Ana hamam vardın mı,
Yumduğım yeri gördün mı,
Ana kızım var dedin mı?

Anam evi altun kapı,
Gedeneyim gümüş kapı,
Elin sözü daşdan katı. [10]

 

Düğün alayı kiliseden içeri girer, gelin, damat ve vaftz babası mihrabın önünde dururlardı. Ayin yapılır, daha sonra gelin ve damat kiliseden çıkar ve düğün alayı yeniden kurulurdu ve erkek evine yollanırdı. Evin eşiğinde koyun veya kuzu kurban edilir ve gelin kanın üzerine basarak mum tutan kızlarla beraber kadınlara tahsis edilen bölümün salonuna girerdi. Bu mumlar doğacak olan çocuğun vaftiz töreninde kullanılmak üzere saklanırdı. Erkekler daha çüük bir salona girerdi. Damat herkes yerini alana kadar bir köşede bekler, daha sonra büyüklerin elini öper ve onlardan gelen kutlama ve temennileri kabul ederdi. Kendinden küçüklerle de sadece tokalaşırdı. Damat vaftiz babasının onayını aldıktan sonra nihayet otururdu. Gelin de kendilerine tahsis edilen odada herkesin oturmasını beklerdi. Sonrasında herkesin elini öperdi. Gelin bu aşamada düğün vesilesi ile verilen altın hediyelere verilen isim olan töreleri alırdı [11]. Hediyeler genellikle altın kolye, bilezikler, inci ve elmasdan küpeler olurdu [12].

Bu sırada genç kızlar tepsiler içinde rakı, baklava, kurabiye, şekerleme ve farklı tatlılar ikram ederdi. Vaftiz annesi ve genç bir kız beraberce gelini erkeklerin bulunduğu salona götürür, burada gelin vaftiz babasının, kayınpederin ve diğerlerinin elini öper ve iyi niyet temennilerini alırdı [13].

Pazartesi işe giden erkekler ayrılır, akşam gelip, yapılacak olan eğlenceye katılma sözü verip işe giderlerdi. Salonda damat, aile fertleri ve az sayıda akraba kalırdı. Kızlar salonunda eğlence şarkı, ezgi ve dansla devam ederdi.

Pazartesi akşam ziyafet başlar ve masalar dolardı. Sofrabaşı genelde fırında pişmiş, içi pilavla dolu bir kuzu olan yemeği getirirdi. Sazendelerin de katıldığı ziyafet gece saat 10-11’e kadar devam ederdi. Daha sonra evde toplananlar ayrılırdı. Hatta damadın evinde kalanlar dahi o gece bir akraba evinde kalmalı, evde bulunmamalıydı. Evde sadece damat, gelin, vaftiz annesi, damadın annesi, bir kadın ve bir kaç çocuk kalırdı.

Damat gerdek odasına girerdi. Vaftiz annesi, bazen onun yanında bulunan kayın valide, geline tatlı sözler söyler ve damadın yanına gitmesini söylerdi.

Salı sabah, gerdek gecesinin ertesi sabahı, vaftiz anne yeni evlileri uyandırır, gerdek yatağını kontrol eder ve eğer her şey öngörüldüğü gibi olmuşsa, gelin ve damadı bir kaç akrabanın toplaştığı evin salonuna götürürdü. Sade yağ ile pişirilmiş un helvası bu vesile ile hazır tutulurdu. Misafirler sofranın etrafında rakı bardaklarını tokuşturur ve gözünüz aydın temennilerinde bulunurdu. Seçilen bir kadın güzel haberi gelinin anne babasına da götürür ve onlara şekerleme hediye ederdi.

Gelin ve damadın yeni hayatı böylece erkek evinde başlardı. Amasyalıların bir hanede bir kaç aile beraberce yaşama alışkanlıkları vardı. Bir ailenin erkek evladları evlenir ve baba evinde yeni bir yuva kurardı. Evde artık boş yer kalmayınca ilk oğlan evlat yeni bir eve taşınırdı. Bazen damat gelinin baba evine taşınır ve bu geleneğe “iç güveysi” denirdi. Pek de alışıldık bir gelenek değildi ve damat ile tartışmalar da eksik olmazdı. Hatta bu durumu betimleyen bir Amasya deyimi bile vardır [14].

Düğünden beş gün sonra, Cuma günü, kayınvalide kadın dünürleri, vaftiz annesini, kadın akrabaları ve ahbapları hep birlikte hamama davet ederdi. Cumartesi sabahı tüm bu ekip çocuklar eşliğinde ve tabii ki gelinle beraber hamama girerdi. Bu da düğün ritüelinin bir parçasıydı ve gelin hamamı adı verilirdi. Hamamda gelin ve onun en yakın akrabaları için özel bir yer tahsis edilirdi. Bu, diğer localar gibi dört tarafı kapalı değildi, yerden yaklaşık bir metre yüksekliğinde bir kaidesi olurdu ve aile herkes tarafından görülecek bir şekilde buraya otururdu. Gelini yıkamak bir onur sayılırdı, dolayısıyla her kadın yıkama işine katılım göstermeye çalışırdı. Yıkanma işleminden sonra, öğlen örtü serilir ve gelin ve diğer genç kızlar getirilmiş yiyecekleri ikram ederdi.

Gelinin son yıkanmasından sonra başına süslenmiş bir kurdeladan hazırlanmış ve gümüş zincirlerin asıldığı taç konurdu. Gelin orada olanların elini öper ve hamam odasından ayrılıp, kendisi için tutulan bir perdenin hemen arkasına geçerdi. Gelin burada iç çamaşırlarını giyinirdi. Daha sonra perde indirilir ve hamam safasına katılan herkesin görebileceği bir şekilde gelini  iydirme faslı başlardı. Geline çeyizinde bulunan en değerli kıyafetleri giydirirlerdi. Daha sonra locanın bir köşesinde herkesin kendisini görmesi için dururdu. Ermeni kadınlar “Allah bağışlasın, kötü nazardan saklasın”, Türk kadınlar ise “Maşallah, Allah sahibine bağışlasın” derdi. Bundan sonra herkes evine dönerdi.

Düğünü takip eden ilk Pazar, kayınvalide ve akrabaları gelini kiliseye götürürdü. İkinci Pazar gelinin anne babası da kilisede hazır bulunurdu. Dini ayinden sonra, yeni dünürler, gelin ve damat gelinin evinde yemek yerdi. Akşam misafirler döner, fakat gelin ve damat bir kaç gün daha orada kalırdı. Bu geleneğin adı “el öpmeye gitmek”di [15].

Vaftiz ve “dığaruk”

Yeni doğan çocuğun vaftiz ve vaftizden sonra evde yapılan ziyafete Amasyalılar “dığaruk” adını verirler. Bu ziyafete vaftiz annesi, çocuğun dadısı, kadın akrabalar ve onların kızları ve çocukları gibi genelde kadınlar davet edilirdi.

Vaftiz töreni çocuk dünyaya geldikten sekiz gün sonra, en yakın Pazar günü gerçekleştirilirdi. İlginç olan dini ayine katılanların da çoğu kadın olurdu. O Pazar çocuğun dadısı, vaftiz annesi ve kadın akrabalar çocuğun evinde toplanır ve hep birlikte vaftizin yapılacağı kiliseye doğru giderlerdi. Yeni doğum yapmış olan anne evde kalırdı. Kilisede papaz vaftiz ayinini gerçekleştirir ve ayin bittiğinde bebek bezlere sarılı bir halde vaftiz babasına teslim edilirdi. Onlar mihrapta bulunan günün ayinini yöneten papazın önüne gelir ve çocuğun komünyon almasını sağlarlardı. Böylece çocuğun ilk komünyonu da gerçekleşmiş olurdu. Vaftiz babası vaftizhaneye döner ve bebeği vaftiz annesine yeniden verirdi. Akrabalar papazın eşliğinde eve dönerdi ve “dığaruk” orada devam ederdi [16].

Bir diğer kaynağa göre, Amasya’da “dığaruk” töreni vaftizden bir gün sonra yapılırdı. Kadın misafirlerin gelmesinden sonra, yeni doğmuş bebek beşikte onların önüne getirilirdi. Orada bulunanlar bebeğin kutsal yağ ile kutsanmış alnını öper ve her bir misafir hediyesini sunardı. Hediye genelde altın veya gümüş, yazma, çorap, iç çamaşırı olurdu. Aynı kaynağa göre, “dığaruk” genelde ilk çocuk için yapılırdı [17].

Dığaruk kabulü öğlen saatlerine kadar devam ederdi. O zaman erkekler ayrılır ve sadece kadınlar, kızlar ve küçük çocuklar kalırdı. Farklı tatlılar ikram edilir, yetişkinler içki içerdi. Öğleden sonra sıra “pazar çöreği” adını [18] verdikleri özel bir çöreğe gelirdi. Bu Amasya mutfağının özelliklerinden biri idi. Bu hamur işi düğün ve vaftiz vesilesi ile yapılan ziyafet sofralarından eksik olmazdı. İnce hamur yaprakları ile yapılır, içine ceviz ezmesi, tarçın ve karanfil tozu konurdu.

İlk kırk gün anne ve çocuğu kendi odalarında uyumaları için yalnız bırakılmaz, genelde kayınvalide veya yaşlıca bir kadın da aynı odada uyurdu. Görevleri, kötü bir ruh olan al’ın oda penceresinden girmemesi, anneyi ve yeni doğan bebeği boğmaması veya bebeği kaçırmaması ve bir başkası ile değiştirmemesi için uyanık durmak ve bekçilik etmekti. Anne ve yeni doğan bebek odada yalnız kalmak durumundaysalar, annenin yatağının baş ucuna bir erkek şapkası koyar veya al’ı korkutmak için yorgana bir iğne sokarlardı [19]. Dediğimiz gibi al kötü ruhtu. Benzer kötü ruhlara karşı batıl inanç, o dönemlerde doğumdan hemen sonra bebeklerin veya doğuran annelerin farklı nedenlerden dolayı sıkça meydana gelen ölümleri üzerine dayanıyordu. Doğumdan kısa bir süre sonra anne veya bebek öldüğünde Amasyalılar “al basmış” derdi [20]. Amasyalılar, “Kırk gün, sabah akşam, kazma-kürek yeni doğum yapmış annenin yastığı altından eksik olmaz” derdi. Kazma ve kürek mezar kazmak içindi, yani doğumu takip eden kırk gün ölümün yeni doğan bebek ve annenin üzerinde kol gezerdi.

Dığaruk’un ertesi günü evde çocuğu kutsal yağdan çıkarma ritüeli yapılırdı. Dadı çocuğu yıkar ve yeniden beşiğe koyardı. Beşiğin önüne iki kilo kadar pamuk koyulurdu. Dadı iki eliyle bebeği alır ve yavaşça pamuğun üzerine yuvarlardı. Bu, üç kere tekrar edilir ve dadı her defasında aynı kelimeleri söylerdi: “Ağaca çıkasın, tepeye çıkasın, dağa çıkasın. Düşecek olsan tayın üzerine düşesin”. Anlamı muhtemelen çocuğun bir çok şey görmesi fakat sağlıklı kalması temennisi idi [21].

Amasyalı yeni doğuran kadın kırk yapma geleneğine sahipti. En az kırk, bazen daha fazla, altmış gün evden çıkmazdı. Bu süre bittiğinde, bir Pazar sabahı, anne güzelce giyinmiş ve yeni doğan bebeğini de yanına almış olarak kiliseye giderdi. Burada ayinden sonra papaz anne ve bebeği için özel dualar okurdu. Kırktan çıkan kadın muhakkak kiliseden sonra bir akrabasına yemeğe davet edilirdi [22].

Amasyalı yeni doğan bebekler en az bir yaşına kadar anne sütü ile beslenirdi. Bazen bu süre üç yıla kadar uzardı. Anne sütü eksildiğinde veya anne hastalandığında, “cızgan” adı verilen bir süt anne getirilirdi [23]. Sütleri olmasına karşın bebeklerini süt anneye teslim eden anneler ayıpkanırdı [24].

Amasyalı ebeler genelde yaşça büyük kadınlar olurdu ve tüm hamilelik sürecini takip ederlerdi. II. Meşrutiyet’ten sonra (1908), İstanbul Tıp Mektebi’nden mezun bir ebe, Ağavni Vosgeriçyan, Amasya’ya döner ve yerel makamların onayı ile şehrin resmi ebesi olur. Daha ilerici olan aileler kendisine başvururdu, diğer yandan geleneksel yöntemlere sahip ebeler de çalışmalarını sürdürürdü [25].

Amasyalı anneler kırka kadar bebeği her gün sıcak suda yıkama adetien sahipti. Bano sırasında anneler bebeğin ayaklarından tutar, aşağıya sarkıtır ve bir mani söylerdi [26].

Amasyalıların artık atasözü olmuş ünlü bir deyişi vardı. Başarısızlığa uğramış herhangi bir iş olduğunda, “Bu sudan çıkmadı” derlerdi. Deyiş şu olaydan doğmuştu. Amasya Savayit mahallesinde bulunan S. Asdvadzadzin (Meryem Ana) kilisesinde yaklaşık altı çocuk aynı gün vaftiz olacaktı. Papaz ilk çocuğu suya soktuğunda, suyun aşırı sıcaklığından olsa gerek çocuk birden ölür. Bunun üzerine papaz şöyle der: “Bu sudan çıkmadı, bir başkasını getirin” [27].

Amasyalı annelerin okduğu Türkçe bir ninni:

Amasya’da yayımlanan “Amasya” gazetesinin 30 Aralık 1911 sayılı nüshası.

Amasya’da annelerin söylediği ninnilerden bir kaç örnek burada dikkatinize sunuyoruz.

Nanni anem kanı dane,
Mahlen tzkem şunı dane,
Horkuyrın arne dunı dane,
Tatignerun hina tıne.

Nanni anem vor medzna
Karnerun gölı loktsınem
Meğrov kaymak gertsınem,
Bağuk çurer al khımtsınem.

Bar bar dapag kar
Yegur dayin yaylan dar,
Bızdig e çem i dar,
Yer medzna ne yegur dar.

Bar anem cor anem,
Gaban garem çor anem,
Zadig ka ne nor anem
Yes as dığan inç anem.

Oror ınem vor kınana,
Anuş kuneru dirana,
Amen tsaveru timana.

Nanni yapayım uykusu gelsin,
Mahalleye bırakayım, köpek götürsün,
Halası alsın eve götürsün,
Ellerine kına yapsın.

Nanni yapayım ki büyüsün
Kuzuların gölünde banyo yapayım,
Bal ve kaymak yedireyim,
Soğuk sular da içireyim.

Bar bar yassı taş
Gel dayıyı yaylaya götür,
Küçüktür vermem
Büyüdüğünde gel al.

Bar yapayım, cor yapayım,
Gaban dikip kurutayım,
Paskalya geldiğinde yenisini yapayım
Ben bu çocuğu ne yapayım.

Sallayayım ki uyusun
Tatlı uyulara sahip olsun,
Her acıya dayansın.

Amasyalı annelerin okduğu Türkçe bir ninni:

Nenni nenni nesdesi,
Gilabdonın desdesi,
Oğlum uyku hastesi,
Nenni deyim uyusun,
Uyusun de böyüsün,
Çıksın beşiktan nürüsün [28].

Vefat ve Defin

Ölüm döşeğinde olan hastanın yanına papaz davet edilirdi. Papaz “Narek” dua kitabından bölümler okur ve komünyon verirdi. Bu geleneksel ritüelin yanında daha özel olan bir başkası da vardı. Amasya’da hastanın baş ucunda dualar okumakla görevli yaşlı kadınlar vardı. Bu kadınlardan biri davet edilirdi. Elinde ekmek bıcağı olur ve bu bıcağı hastanın sırtına ve kafasına dokundurur ve aynı zamanda alçak bir sesle bir dua fısıldardı. Bu işlem sırasında yaşlı kadının esnemesi bir gelenekti. Esneme sık olduğunda hastalığın geçici olduğu ve şifanın gecikmeyeceği anlaşılırdı.

Aynı kadın bazen kurşun dökerdi [29]. Bir tava içine kurşun veya balmumu eritilir, daha sonra bu aynı kurşun veya balmumu bir kap suyun içine dökülürdü [30]. Dökülmüş sıvı farklı şekillere bürünürdü ve kadının işi her bir şekli irdelemek, yorumlamak ve hastaya dair tahminlerde bulunmaktı [31].

Hasta eğer vefat etseydi, ölünün odasına toplanmış akraba veya komşulardan biri onun açık kalmış gözlerini kapatır, daha sonra ellerini ve ayaklarını düzeltir, ellerini haç şeklinde göğsünün üzerine kavuştururdu.

Amasya’daki imanlı Ermeni halkı ve özellikle kadınlar ve köylü sınıfına ait olanlar, ölülerini yıkama alışkanlığına sahipti. Bu dünyadan temiz yolculamak isterlerdi. Ölünün başucuna şamdanla yanmış bir mum koyarlardı. Kudüs’te Paskalya zamanı İsa Mesih’in mezarında bulunan ışıktan yakılmış ve sönmüş bir mum parçasını da ölünün avucuna koyarlardı. Her evli kadın çeyizinde genellikle bu mumdan bulundururdu. Daha sonra ölüyü kefenlerlerdi.

Ölü tabuta konur, daha sonra akrabaları bir kortej oluşturup toprağa verilmek üzere yol alırlardı. Bu kortejde kadınlar bulunmazdı. Kortejte ölünün evinden alınan bir halı veya kilim taşıyan biri olması ilginçti. Bu halı veya kilim kiliseye bağışlanırdı. Kısa bir ayinden sonra, tabut mezarlığa getirilirdi. Defin işlemlerinden sonra rahmetlinin naaşı toprağa verilirdi.. Papaz kürekle kendisine uzatılmış toprağı kutsar, daha sonra mezarı toprakla doldururlardı. Mezar üzerine çelenek konulurdu, daha sonra cenazeye katılanlar papazın elinde bulunan haçı öper ve mezarlık çeşmesinden yüz ve ellerini yıkarlardı. Kilisenin dış kapısı yanında mütavazı bir ikram olur, cenazeye katılanlar rakı içer, kesme şeker ve lokum yerdi.

Bir yakının vefatından sonra kadınlar kırk gün siyah giyinir, erkekleri ise traş olmazdı. Bazen üçten altı aya kadar traş olmama alışkanlığı devam ederdi [32].

  1. [1] Kapriel H. Simonyan, Յուշամատեան Պոնտական Ամասիոյ [Pontus Amasya’sı Tarihi], Venedik, S. Lazar, 1966, s. 892.
  2. [2] a.e., s. 893.
  3. [3] Arkam Kınuni, «Հայ գաւառական բարքեր եւ սովորութիւններ – Նշանտուքը» [Ermeni Taşra Gelenek ve Görenekleri - Nişan], Ամասիա [Amasya], I. yıl, 15 Aralık 1911, No: 5, ss. 71-73.
  4. [4] Simonyan, s. 895.
  5. [5] a.e., s. 896.
  6. [6] a.e., s. 897.
  7. [7] a.e., s. 890.
  8. [8] a.e., ss. 886-887.
  9. [9] a.e., s. 897.
  10. [10] a.e., s. 898.
  11. [11] a.y.
  12. [12] a.e., s. 884.
  13. [13] a.e., s. 899.
  14. [14] a.e., s. 900.
  15. [15] a.e., s. 902.
  16. [16] a.e., ss. 902-903.
  17. [17] Mıgırdiç Keçeciyan, «Ամասիացի հայ կինը» [Amasyalı Ermeni Kadın], Մանզումէի Էֆիքեար [Manzume-i Efkâr], 49. sene, 17/30 Ocak 1907, no: 1711, İstanbul.
  18. [18] Simonyan, s. 879.
  19. [19] a.e., s. 903, Keçeciyan, [Amasyalı Ermeni Kadın].
  20. [20] Simonyan, s. 923.
  21. [21] a.e., s. 904.
  22. [22] Keçeciyan, [Amasyalı Ermeni Kadın].
  23. [23] Simonyan, s. 921.
  24. [24] Keçeciyan, [Amasyalı Ermeni Kadın].
  25. [25] Simonyan, s. 921.
  26. [26] Keçeciyan, [Amasyalı Ermeni Kadın].
  27. [27] Simonyan, s. 903.
  28. [28] Keçeciyan, [Amasyalı Ermeni Kadın].
  29. [29] Simonyan, s. 918.
  30. [30] a.e., s. 921.
  31. [31] a.e., s. 918.
  32. [32] a.e., s. 919.